AMERİKA’NIN
GÖREMEDİĞİ PKK
ADNAN OKTAR
(HARUN YAHYA)
YAZAR ve ESERLERİ HAKKINDA
Harun Yahya müstear
ismini kullanan yazar Adnan Oktar, 1956 yılında Ankara'da doğdu. İlk, orta ve
lise öğrenimini Ankara'da tamamladı. Daha sonra İstanbul Mimar Sinan Üniversitesi
Güzel Sanatlar Fakültesi'nde ve İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde
öğrenim gördü. 1980'li yıllardan bu yana, imani, bilimsel ve siyasi konularda
pek çok eser hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın evrimcilerin
sahtekarlıklarını, iddialarının geçersizliğini ve Darwinizm'in kanlı
ideolojilerle olan karanlık bağlantılarını ortaya koyan çok önemli eserleri
bulunmaktadır.
Harun Yahya'nın eserleri
yaklaşık 40.000 resmin yer aldığı toplam 55.000 sayfalık bir külliyattır ve bu
külliyat 73 farklı dile çevrilmiştir.
Yazarın müstear ismi,
inkarcı düşünceye karşı mücadele eden iki peygamberin hatıralarına hürmeten,
isimlerini yad etmek için Harun ve Yahya isimlerinden oluşturulmuştur. Yazar
tarafından kitapların kapağında Resulullah (sav)'in mührünün kullanılmış
olmasının sembolik anlamı ise, kitapların içeriği ile ilgilidir. Bu mühür,
Kuran-ı Kerim'in Allah'ın son kitabı ve son sözü, Peygamberimiz (sav)'in de
hatem-ül enbiya olmasını remzetmektedir. Yazar da, yayınladığı tüm
çalışmalarında, Kuran'ı ve Resulullah (sav)'in sünnetini kendine rehber
edinmiştir. Bu suretle, inkarcı düşünce sistemlerinin tüm temel iddialarını tek
tek çürütmeyi ve dine karşı yöneltilen itirazları tam olarak susturacak
"son söz"ü söylemeyi hedeflemektedir. Çok büyük bir hikmet ve kemal
sahibi olan Resulullah (sav)'in mührü, bu son sözü söyleme niyetinin bir duası
olarak kullanılmıştır.
Yazarın tüm
çalışmalarındaki ortak hedef, Kuran'ın tebliğini dünyaya ulaştırmak, böylelikle
insanları Allah'ın varlığı, birliği ve ahiret gibi temel imani konular üzerinde
düşünmeye sevk etmek ve inkarcı sistemlerin çürük temellerini ve sapkın
uygulamalarını gözler önüne sermektir.
Nitekim Harun Yahya'nın
eserleri Hindistan'dan Amerika'ya, İngiltere'den Endonezya'ya, Polonya'dan
Bosna Hersek'e, İspanya'dan Brezilya'ya, Malezya'dan İtalya'ya, Fransa'dan
Bulgaristan'a ve Rusya'ya kadar dünyanın daha pek çok ülkesinde beğeniyle
okunmaktadır. İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce,
Urduca, Arapça, Arnavutça, Rusça, Boşnakça, Uygurca, Endonezyaca, Malayca,
Bengoli, Sırpça, Bulgarca, Çince, Kishwahili (Tanzanya'da kullanılıyor), Hausa
(Afrika'da yaygın olarak kullanılıyor), Dhivehi (Maldivlerde kullanılıyor),
Danimarkaca ve İsveçce gibi pek çok dile çevrilen eserler, yurt dışında geniş
bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilmektedir.
Dünyanın dört bir
yanında olağanüstü takdir toplayan bu eserler pek çok insanın iman etmesine,
pek çoğunun da imanında derinleşmesine vesile olmaktadır. Kitapları okuyan,
inceleyen her kişi, bu eserlerdeki hikmetli, özlü, kolay anlaşılır ve samimi
üslubun, akılcı ve ilmi yaklaşımın farkına varmaktadır. Bu eserler süratli etki
etme, kesin netice verme, itiraz edilemezlik, çürütülemezlik özellikleri
taşımaktadır. Bu eserleri okuyan ve üzerinde ciddi biçimde düşünen insanların,
artık materyalist felsefeyi, ateizmi ve diğer sapkın görüş ve felsefelerin
hiçbirini samimi olarak savunabilmeleri mümkün değildir. Bundan sonra
savunsalar da ancak duygusal bir inatla savunacaklardır, çünkü fikri
dayanakları çürütülmüştür. Çağımızdaki tüm inkarcı akımlar, Harun Yahya
Külliyatı karşısında fikren mağlup olmuşlardır.
Kuşkusuz bu özellikler,
Kuran'ın hikmet ve anlatım çarpıcılığından kaynaklanmaktadır. Yazarın kendisi
bu eserlerden dolayı bir övünme içinde değildir, yalnızca Allah'ın hidayetine
vesile olmaya niyet etmiştir. Ayrıca bu eserlerin basımında ve yayınlanmasında
herhangi bir maddi kazanç hedeflenmemektedir.
Bu gerçekler göz önünde
bulundurulduğunda, insanların görmediklerini görmelerini sağlayan, hidayetlerine
vesile olan bu eserlerin okunmasını teşvik etmenin de, çok önemli bir hizmet
olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu değerli eserleri
tanıtmak yerine, insanların zihinlerini bulandıran, fikri karmaşa meydana
getiren, kuşku ve tereddütleri dağıtmada, imanı kurtarmada güçlü ve keskin bir
etkisi olmadığı genel tecrübe ile sabit olan kitapları yaymak ise, emek ve
zaman kaybına neden olacaktır. İmanı kurtarma amacından ziyade, yazarının edebi
gücünü vurgulamaya yönelik eserlerde bu etkinin elde edilemeyeceği açıktır. Bu
konuda kuşkusu olanlar varsa, Harun Yahya'nın eserlerinin tek amacının
dinsizliği çürütmek ve Kuran ahlakını yaymak olduğunu, bu hizmetteki etki,
başarı ve samimiyetin açıkça görüldüğünü okuyucuların genel kanaatinden
anlayabilirler.
Bilinmelidir ki, dünya
üzerindeki zulüm ve karmaşaların, Müslümanların çektikleri eziyetlerin temel
sebebi dinsizliğin fikri hakimiyetidir. Bunlardan kurtulmanın yolu ise,
dinsizliğin fikren mağlup edilmesi, iman hakikatlerinin ortaya konması ve Kuran
ahlakının, insanların kavrayıp yaşayabilecekleri şekilde anlatılmasıdır.
Dünyanın günden güne daha fazla içine çekilmek istendiği zulüm, fesat ve
kargaşa ortamı dikkate alındığında bu hizmetin elden geldiğince hızlı ve etkili
bir biçimde yapılması gerektiği açıktır. Aksi halde çok geç kalınabilir.
Bu önemli hizmette öncü
rolü üstlenmiş olan Harun Yahya Külliyatı, Allah'ın izniyle, 21. yüzyılda dünya
insanlarını Kuran'da tarif edilen huzur ve barışa, doğruluk ve adalete,
güzellik ve mutluluğa taşımaya bir vesile olacaktır.
OKUYUCUYA
l Bu
kitapta ve diğer çalışmalarımızda evrim teorisinin çöküşüne özel bir yer ayrılmasının
nedeni, bu teorinin her türlü din aleyhtarı felsefenin temelini oluşturmasıdır.
Yaratılışı ve dolayısıyla Allah'ın varlığını inkar eden Darwinizm, 150 yıldır
pek çok insanın imanını kaybetmesine ya da kuşkuya düşmesine neden olmuştur.
Dolayısıyla bu teorinin bir aldatmaca olduğunu gözler önüne sermek çok önemli
bir imani görevdir. Bu önemli hizmetin tüm insanlarımıza ulaştırılabilmesi ise
zorunludur. Kimi okuyucularımız belki tek bir kitabımızı okuma imkanı
bulabilir. Bu nedenle her kitabımızda bu konuya özet de olsa bir bölüm ayrılması
uygun görülmüştür.
l
Belirtilmesi gereken bir diğer husus, bu kitapların içeriği ile ilgilidir.
Yazarın tüm kitaplarında imani konular, Kuran ayetleri doğrultusunda anlatılmakta,
insanlar Allah'ın ayetlerini öğrenmeye ve yaşamaya davet edilmektedirler.
Allah'ın ayetleri ile ilgili tüm konular, okuyanın aklında hiçbir şüphe veya
soru işareti bırakmayacak şekilde açıklanmaktadır.
l Bu
anlatım sırasında kullanılan samimi, sade ve akıcı üslup ise kitapların yediden
yetmişe herkes tarafından rahatça anlaşılmasını sağlamaktadır. Bu etkili ve yalın
anlatım sayesinde, kitaplar "bir solukta okunan kitaplar" deyimine
tam olarak uymaktadır. Dini reddetme konusunda kesin bir tavır sergileyen
insanlar dahi, bu kitaplarda anlatılan gerçeklerden etkilenmekte ve anlatılanların
doğruluğunu inkar edememektedirler.
l Bu
kitap ve yazarın diğer eserleri, okuyucular tarafından bizzat okunabileceği gibi,
karşılıklı bir sohbet ortamı şeklinde de okunabilir. Bu kitaplardan istifade
etmek isteyen bir grup okuyucunun kitapları bir arada okumaları, konuyla ilgili
kendi tefekkür ve tecrübelerini de birbirlerine aktarmaları açısından yararlı
olacaktır.
l
Bunun yanında, sadece Allah'ın rızası için yazılmış olan bu kitapların tanınmasına
ve okunmasına katkıda bulunmak da büyük bir hizmet olacaktır. Çünkü yazarın tüm
kitaplarında ispat ve ikna edici yön son derece güçlüdür. Bu sebeple dini
anlatmak isteyenler için en etkili yöntem, bu kitapların diğer insanlar tarafından
da okunmasının teşvik edilmesidir.
l
Kitapların arkasına yazarın diğer eserlerinin tanıtımlarının eklenmesinin ise
önemli sebepleri vardır. Bu sayede kitabı eline alan kişi, yukarıda söz ettiğimiz
özellikleri taşıyan ve okumaktan hoşlandığını umduğumuz bu kitapla aynı vasıflara
sahip daha birçok eser olduğunu görecektir. İmani ve siyasi konularda
yararlanabileceği zengin bir kaynak birikiminin bulunduğuna şahit olacaktır.
l Bu
eserlerde, diğer bazı eserlerde görülen, yazarın şahsi kanaatlerine, şüpheli
kaynaklara dayalı izahlara, mukaddesata karşı gereken adaba ve saygıya dikkat
edilmeyen üsluplara, burkuntu veren ümitsiz, şüpheci ve ye'se sürükleyen anlatımlara
rastlayamazsınız.
Bu
kitapta kullanılan ayetler, Ali Bulaç'ın hazırladığı
"Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı" isimli mealden alınmıştır.
"Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı" isimli mealden alınmıştır.
Birinci
Baskı: Ekim 2015
ARAŞTIRMA
YAYINCILIK
Doğa
Basım İleri Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti.
İkitelli
Org. Sanayi Bölgesi, Turgut Özal Cad.
No:
117/ 2A-2B İkitelli İstanbul
Tel:
(0212) 407-09-00
www.
harunyahya.org www.harunyahya.net
www.
harunyahya.tv www.a9.com.tr
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ.............................................................................................................. 12
1. BÖLÜM
EVANJELİZM VE ORTADOĞU
EKSENİ.................................................... 16
Evanjelizmin Kısa Tarihi ......................................................................................................... 16
Evanjelizmin Yayılışı ve
Ahir Zaman ..................................................................................... 19
Evanjelizmin Etki Gücü .......................................................................................................... 21
2. BÖLÜM
ASIRLIK HEDEF: ORTADOĞU'YU
BÖLME İHTİRASI............................. 28
Bir Araç Olarak Musevi
Lobisi ............................................................................................... 36
Kutsal Topraklar Üzerinde
Parçalama Planları ....................................................................... 42
Türkiye Üzerinde Gizli/Açık
Planlar ....................................................................................... 44
Evanjelik Planları
Anlatmamızdaki Amaç .............................................................................. 46
3. BÖLÜM
SEVR'İN ÖZLEMİ: BÜYÜK
KÜRDİSTAN .................................................. 50
Batı PKK'yı, PKK ise
Batı'yı Kullanıyor ............................................................................... 53
PKK Neden Kuruldu? ............................................................................................................ 55
PKK'nın Emperyalizm Maskesi
.............................................................................................. 78
PKK'ya Bir Sığınak: 36.
Paralelin Kuzeyi .............................................................................. 80
Tarihteki Ünlü Komünist
Taktikler ......................................................................................... 90
PKK'nın Kullandığı Komünist
Taktikler ................................................................................ 96
1. Emperyalizm maskesi
altında kadınlar .......................................................................... 98
PKK'lı kadınlar neler
söylüyor? ................................................................................ 108
2. Emperyalizm maskesi
altında din ............................................................................... 114
Kürt milliyetçiliği
görünümüne uygun dindarlık kılıfı .............................................. 121
Türk eğitim müfredatı
bilinçsizce PKK'nın ideolojisine destek veriyor ................... 126
3. Emperyalizm maskesi
altında demokrasi ve devlet .................................................... 144
4. BÖLÜM
BATI'DA PKK ALGISI ............................................................................... 152
PKK'yı Kullanmak İsteyenler
............................................................................................... 154
PKK'nın Tuzağına Düşenler ................................................................................................. 156
Batı'nın Kobani Hassasiyeti
.................................................................................................. 156
PYD Üzerine Spekülasyonlar ............................................................................................... 168
Suriye'de Kürtlere PYD
Baskısı ........................................................................................... 174
Bir Kısım Batılıların PKK
Lehinde Hareket Etmelerinin Asıl Sebebi .................................. 184
Öcalan'a ve PKK'lılara Af
Beklentisi Zavallılıktır ................................................................ 189
Global Medya Diktatörlüğü
ve Batı'da Algı Operasyonları ................................................. 200
5. BÖLÜM
TÜRKİYE NASIL BİR RİSK
ALTINDA? ................................................... 218
"Demokratik Özerkliğe"
Doğru Gizli Adımlar ..................................................................... 219
2014 Yerel Seçimleri ve
Sinsi Planın İlanı ............................................................................ 220
Demokratik Özerklik Adı
Altında Toprak Talebi ................................................................. 226
Legal Devlet İçinde
Yapılanmış İllegal Bir Devlet: KCK .................................................... 228
1. Diktatörlük sistemi ve
liderin putlaştırılması .............................................................. 236
2. KCK sözleşmesinin
öngördüğü ilkel komünal toplum ............................................... 241
3. Özgürlük değil dayatma:
KCK vatandaşlığı .............................................................. 249
4. Örgütün terörü
meşrulaştırma çabası .......................................................................... 252
5. Mevcut devlet yapısının
yıkılarak yeni bir devlet yapısının kurulması ....................... 254
KCK ile Planlanan Nihai
Hedef ........................................................................................... 256
KCK Örgütlenmesinin
Boyutları........................................................................................... 258
PKK Asla Silah Bırakmadı ve
Bırakmaz! ............................................................................. 268
PKK'da İç İnfazlar ............................................................................................................... 278
6. BÖLÜM
TÜRKİYE NE YAPMALI? ......................................................................... 284
Önemli Hatırlatma................................................................................................................. 286
1. Devlet'in caydırıcı yönü
hissettirilmelidir ................................................................... 286
2. Koruculuk sistemi
güçlendirilmelidir .......................................................................... 298
3. Kürtçe Anadil: Taktik
mi, zorunluluk mu? ................................................................. 304
4. Dindarlığın
güçlendirilmesi ......................................................................................... 313
5. Irak Kürt bölgesi ve
İran ile ittifak ............................................................................. 318
6. Batı ile yakın çözüm
ittifakları sağlamak .................................................................... 324
7. Kesin çözüm: PKK'nın
ideolojisine vurmak!............................................................... 328
Eğitim Olmadan Komünist Terör
Son Bulmaz ..................................................................... 332
7. BÖLÜM
KÜRT KARDEŞLERİMİZİN
SORUNLARINI ANLAMAK ....................... 334
İki Tehdit Arasında Kürtler
.................................................................................................. 336
Kürt ve PKK Ayrımını İyi
Yapmak ..................................................................................... 342
Sevgi Olmadan Çözüm Olmaz ............................................................................................. 346
Hükümetimizin Üzerine Düşen
Görev .................................................................................. 348
Halkımızın Üzerine Düşen
Görev ......................................................................................... 358
8. BÖLÜM
DÜNYANIN KURTULUŞ VAKTİ
YAKINDIR ......................................... 364
Batı Dünyasına Bir
Hatırlatma.............................................................................................. 365
Kürt Kardeşlerimize Bir
Hatırlatma ...................................................................................... 367
İslam Birliği, Ama Nasıl? ...................................................................................................... 368
Hz. Mehdi (as) Müjdesi ........................................................................................................ 372
SONUÇ......................................................................................................... 380
EK BÖLÜM:
EVRİM YANILGISI .................................................................................... 384
Darwin'i Yıkan Zorluklar....................................................................................................... 385
Aşılamayan İlk
Basamak: Hayatın Kökeni............................................................................ 386
Hayat Hayattan Gelir............................................................................................................. 388
20. Yüzyıldaki Sonuçsuz
Çabalar.......................................................................................... 389
Hayatın Kompleks Yapısı...................................................................................................... 390
Evrimin Hayali Mekanizmları................................................................................................ 393
Lamarck'ın Etkisi................................................................................................................... 394
Neo-Darwinizm ve
Mutasyonlar............................................................................................ 396
Fosil Kayıtları: Ara
Formlardan Eser Yok............................................................................. 397
Darwin'in Yıkılan Umutları................................................................................................... 400
İnsanın Evrimi Masalı............................................................................................................ 401
Darwin Formülü..................................................................................................................... 406
Göz ve Kulaktaki Teknoloji................................................................................................... 408
Beynin İçinde Gören ve
Duyan Şuur Kime Aittir?............................................................... 411
Materyalist Bir İnanç............................................................................................................. 413
Evrim Teorisi Dünya
Tarihinin En Etkili Büyüsüdür............................................................. 415
GİRİŞ
Güçlü Osmanlı idaresi
altındayken bile üzerinde planların ve iç karışıklıkların eksik olmadığı
Ortadoğu her zaman gözde bir coğrafya olmuştur. Aslında bu coğrafya doğru bir
tanımla "doğu"dur. Onu Ortadoğu haline getiren ise deniz ticaret
yollarıdır. Bu değerli denizler, Ortadoğu'yu bildiğimiz doğudan ayırmış ve paha
biçilmez hale getirmiştir. Ortadoğu'nun petrolü, doğalgazı ve diğer
zenginlikleri bu ticaret yolları ile Batı'ya ulaşmış, Batı'nın ticari malları
ve silahları da yine bu limanlara uğramıştır. Değerli olan bu coğrafya üzerinde
elbette ki kavga da çok olmuştur. Osmanlı'nın hakimiyeti bu kavgaları
dizginlerken, kavgaları tetikleyen ise Osmanlı'nın yok oluşu olmuştur.
Ortadoğu, Osmanlı hakimiyetinin sürdüğü zamanlarda bile Batılı güçler
tarafından gizli anlaşmalarla paylaşılmış, üzerinde menfaat planları
yapılmıştır. I. Dünya Savaşı sırasında, henüz savaş bitmeden itilaf devletleri
kendi aralarında Ortadoğu'ya sınır çizecek ve sınırları hakimiyet altına alacak
kadar ileri gidebilmişlerdir. Ortadoğu parçalanırken yeni oluşan ülkelerin
sınırları cetvelle çizilmiş, cetvelle çizilen bu suni sınırlara tüm Ortadoğu
halkı riayet etmek zorunda kalmıştır.
O zamandan bu yana
Ortadoğu gerçekte bir Batı hegemonyası altındadır. Batı, önceleri bu ülkeleri
doğrudan yönetmek istemiş, bunun zorluklarıyla baş edemeyince diktatörler ve
çeşitli aktörler kullanmıştır. Diktatörlüklerin bir kısmı halk ayaklanmalarıyla
yıkılırken, bir kısmı çeşitli bahanelerle ABD ve koalisyon güçlerinin işgaline
uğramış, milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanan bu işgaller birer savaş bile
sayılmamıştır. Batı hegemonyası nefreti beraberinde getirmiş, Batı'nın ilk
başta Rusya'ya karşı desteklediği radikal güçler dallanıp budaklanmış ve bu
defa Batı'ya karşı birer terör hareketi olarak bütün Ortadoğu'yu sarar hale
gelmiştir. Şu anki manzaraya baktığımızda ise güzel Ortadoğu, bir kavga,
nefret, öfke ve savaş alanı görünümündedir. Batı'ya kızan uluslar birbirine
girmiş, birbiriyle ittifak edemeyen Müslümanlar birbirini katleder hale
gelmiştir.
İşin şaşırtıcı yönü ise,
bu manzaranın çıkış noktasının yıllar önce tespit edilmiş bir planın parçası
olmasıdır. Ortadoğu'da akan kan, tümüyle yanlış idare ve politikalardan
kaynaklanan trajik bir sonuç değil, çoğunlukla özel olarak tasarlanmış ve halen
işlemekte olan bir senaryonun parçasıdır. Ortadoğu'dan cenazelerin çıkması,
insanların kindarlaşması, birbirlerinin şehirlerini yıkar hale gelmeleri bir
kısım kişi ve çevreler tarafından zaten istenen ve beklenen bir sonuçtur.
Ortadoğu üzerindeki planlar baştan itibaren bu esasa göre hazırlanmış ve
uygulamaya geçirilmiştir.
Bu planın en büyük
hedeflerinden biri parçalanmış ülkelerdir. Günümüzde, Suriye ve Irak, bu plana
bağlı kalınarak paramparça edilirken, hedefteki diğer ülkeler üzerinde de
farklı planlar bilindik yöntemlerle uygulanmaktadır. Osmanlı yıkıldığından
beri, daha net bir ifade ile Sevr'den beri, üzerinde yüz yıldır plan kurulan bu
ülkelerden biri ve belki de en başlıcası Türkiye olmuştur.
Bu kitap, Türkiye
üzerindeki parçalama planlarının neden ve nasıl geliştiği, hangi yöntemlerle
uygulandığı, PKK'nın neden bu senaryoda yer aldığı ve bunu bertaraf etmek için
neler yapılması gerektiğini oldukça kapsamlı ve önemli belgelerle
anlatmaktadır. Fakat önce, Ortadoğu üzerinde geliştirilen planların kaynağına
gitmek gerekmektedir.
1. BÖLÜM
EVANJELİZM VE ORTADOĞU
EKSENİ
Evanjelizmin Kısa Tarihi
Hristiyan inancı,
Katolik ve Ortodoks gibi çeşitli kiliselere bölündükten sonra, Hristiyanlığın
içinde reformist bir hareket başladı. Bu hareket, Katolik mezhebinin endülijans
(Orta Çağ Avrupası'nda bir tür günah çıkarma ve ölümden sonra cennete gitmek
için Papa'nın sattığı af belgesi) ile para kazanmasını, ayin dilinin Latince
olmasını ve Papa'nın yanılmazlığını eleştiriyordu. Almanya'da Martin Luther,
Fransa ve İsviçre'de ise Johannes Calvin tarafından başlatılan bu yeni akım
"Protestanlık" olarak tanındı.
Protestanlığa göre
tevbe, kişi ile Allah arasındaydı. Bu nedenle kiliseye para vermek gerekmiyor,
Papa'nın üstün kabul edilmiş yanılmazlığı ortadan kalkıyordu. Bu akıma göre
dinde asıl kaynak, Papa'nın fetvaları veya kilisenin yaptırımları değil, sadece
Kutsal Kitaptı.
Evanjelizm ise
Protestanlığın bir koludur. Kelime anlamıyla "müjde" veya "iyi
haber" anlamına gelen Evanjelizmde, İncil'de Hz. İsa (as)'ın havarileri olarak
geçen Matthew, Mark, Luke ve John evanjelist/evanjelik olarak adlandırılırlar.
Evanjelik terimini ilk kullanan ise, Martin Luther olmuştur.
Luther, İncil'in Katolik
kilisesi tarafından yanlış yorumlanmış ve tahrif edilmiş olduğunu görmüş ve bu
nedenle Eski Ahit'e (Tevrat ve Zebur) daha fazla ağırlık vermiştir. İlerleyen
dönemlerde Protestan mezhebi daha farklı fikir gruplarına ayrılmış fakat buna
rağmen inanç esasları ve Eski Ahit'i de içine alan Kitab-ı Mukaddes konusunda
merkez görüşten uzaklaşılmamıştır.1
Evanjelizmin, kilisenin
din üzerindeki baskılarını kaldırarak Hristiyanların İncil'e ve aynı zamanda
Tevrat'a dönmelerini esas alması oldukça önemli ve gerekli bir reformdur.
Samimi bir inanç şekli olan Evanjelizm mezhebinin taraftarları, sevgi ve barış
yanlısı özelliklerini daima ayakta tutmuş ve sonraki satırlarda daha detaylı
inceleyeceğimiz gibi "tebliğ" esasını önemsediklerinden, insanların
dindarlaşmalarına büyük katkı sağlamışlardır. Yine ilerleyen satırlarda
inceleyeceğimiz gibi Evanjeliklerin ahir zaman ile ilgili beklenti içinde
olmaları ve Hz. İsa (as)'ı tekrar karşılama heyecanları büyük bir sevginin ve
dindarlığın göstergesidir. Bu yönde, Kuran'a uyan gerçek Müslümanlarla
paylaştıkları pek çok ortak özellik vardır.
Ancak her dinde olduğu
gibi Evanjelizm mezhebi içinde de söz konusu öğretileri farklı şekillerde
yorumlayan, ahir zaman meselelerini olduğundan farklı anlayan, barış dini
Hristiyanlığı ve barış elçisi Hz. İsa (as)'ı savaş ile özdeşleştirmeye çalışan
çeşitli kesimler bulunmaktadır. Bu kişiler İncil'deki bazı pasajlardan yola
çıkmakta ve savaş senaryoları için kendilerince güçlü deliller bulmaktadırlar.
Bu bakımdan aslında kendilerince samimi bir yaklaşım içindedirler. İncil'i esas
almakta, doğruyu yaptıklarına inanmakta fakat İncil'in derinliklerinde var olan
bazı mecazi kavramları görememektedirler. Bu yorumlama hatasındaki ikinci sorun
ise, İncil'den sonra "İncil ve Tevrat'ın doğrulayıcısı" olarak
gönderilmiş olan Kuran'a başvurmakta zorlanmalarıdır. Oysa Hz. İsa (as)'ın gelişi
Kuran'da da açık ayetlerle bildirilmiş ve tüm insanların iman ettiği bir barış
ortamının müjdesi verilmiştir.
Bu kitapta çıkış
noktası, ahir zamanı kutsal kitaplardan farklı ve riskli şekilde yorumlayan söz
konusu kesimin görüşleridir. Çünkü bu kişiler -çoğunlukla iyi niyetle ve belki
de istemedenürkütücü bir senaryoya önayak olmaktadırlar. Ortadoğu'da ahir zaman
senaryolarını hızlandırmaya çalışırken aslında kanlı bir Ortadoğu'nun
altyapısını hazırlamaktadırlar. Bunun nasıl olduğu ise ilerleyen satırlarda
açıklanmaktadır.
Evanjelizmin Yayılışı ve Ahir
Zaman
Protestanlık mezhebi ile
ortaya çıkan ve 18. yüzyıla kadar Avrupa'da doğup buraya yerleşen bazı akımlar,
sömürgecilik ile birlikte dünyanın çeşitli bölgelerine ulaşmıştır. Bu
bölgelerden en önemlisi Amerika kıtasıdır. İngiltere'de Anglikan bir papaz olan
John Nelson Darby'nin Amerika seyahatleri sonrasında Evanjelik düşüncenin hızla
yaygınlaştığı bilinmektedir. Darby'nin takipçileri kendilerini
"dispensalist" olarak da tanımlamışlardır.
Bu inancı takip
edenlerin en önemli özelliği, dünyanın son döneminde Mesih'in geri dönüşüne
ve kıyametin gerçekleşmesine inanmalarıdır. Mesih'in dünyaya gelişi için
oluşması gerektiğine inandıkları şartlar ise şunlardır:
Kutsal Topraklar
üzerinde bir Musevi devleti kurulması,
Kudüs'ün başkent olması,
Süleyman Mescidi'nin
yeniden inşası,
Tüm insanlara İncil'in
vaaz edilmesi,
Museviler ve iman
edenlerin (Hristiyanların) eziyet görmesi,
Armageddon Savaşı,
İnananların
(Hristiyanların) göğe yükselmesi.
Bu maddelerden de
anlaşılacağı şekilde Evanjelikler temelde Siyonist Hristiyanlardır. Mesih'in
gelişinin gerçekleşmesi için mutlaka bir Musevi devletinin Kutsal Topraklarda
kurulması gerekliliğine inanırlar. İşte bu nedenle de daima, Siyonist
Musevilerle ittifak içinde olmuşlardır.
Bunun önemli
delillerinden biri tarihte gerçekleştirilmiş olan Siyonist kongrelerdir.
Theodor Herzl'in 1897'de topladığı ve Musevilerin Kutsal Topraklara gitmesini
öngören 1. Siyonist Kongre'nin hemen arkasından yine Basel'de 2. Siyonist Kongre
toplanmıştır. Söz konusu toplantı sonrası, Batı Şeria'da bir İsrail devleti
oluşturulması kararı alınmış, buna itiraz eden bir Musevi'ye ise Uluslararası
Hristiyan Elçiliği temsilcisi Van der Hoeven şu cevabı vermiştir:
"İsraillilerin ne düşündüğü umurumuzda değil. Biz Tanrı'nın ne söylediğine
bakarız ve Tanrı o toprakların Musevilere ait olduğunu söylüyor."
Aslında bu tepki,
günümüzde devam etmekte olan Evanjelik Siyonizminin sınırlarını bilmek
bakımından önem taşır. Çünkü görünüşte Musevileri ve Musevi topraklarını koruma
görünümünde ortaya çıkan bu hareket, gerçekte Musevilerin de katledileceği bir
son için hazırlık yapmaktadır. Bu yanlış inanca göre, sadece Hristiyanlığı
seçen 144 bin Musevi hayatta kalacak, fakat diğer Museviler, "tüm Müslümanlar"la
birlikte katledilecektir.
Bu konuyu birazdan
inceleyeceğiz.
İsrail devleti 1948'de
kurulmuş, Kudüs 1967'de başkent ilan edilmiştir. Dolayısıyla Evanjeliklerin
bekledikleri kehanetlerden biri gerçekleşmiştir. Ahir zamanın işareti olan bu
alametler kendisini gösterdikçe, Evanjelikler de bu sonu hızlandırma gayreti
içine girmişlerdir. Armageddon Savaşı adına Ortadoğu'nun şekillendirilmesi
hedefi işte bu yüzden bu yüzyılda hız kazanmıştır.
Evanjelizmin Etki Gücü
Allah'a güzel ve iyi bir
kul olabilme, tüm dinler ve mezheplerde olduğu gibi Hristiyan mezheplerinde de
esastır. Evanjelizm de bu esas üzerine kurulmuştur. Evanjelizmi diğer Hristiyan
mezheplerden ayıran en büyük özelliklerinden biri ise, diğer mezheplerde pek de
fazla öne çıkmayan "tebliğ"dir. Kendi dinlerinin gereklerini diğer
insanlara anlatmak, yani aktif bir misyonerlik politikası bu mezhebin
takipçilerinde yaygın olarak görülmektedir. İşte bu nedenledir ki Evanjelizm
özellikle Amerika'da gün geçtikçe daha fazla adı geçen ve geniş kitlelere yayılan
bir mezhep halini almıştır. Bunu rakamlardan da anlayabilmek mümkündür.
İç savaş dönemi
Amerika'sında (1861-1865) Evanjelik kilise mensubu sayısı 4 milyonken, bugün bu
rakamın 70 milyon olduğu iddia edilmektedir. 2014 verilerine göre
Amerikalıların %25.4'ü kendilerini Evanjelik olarak tanımlamaktadır.2 Her ne kadar ilk ortaya çıkış şekli Hristiyanlığa
Katolik inancından farklı yorumlar getirmek olsa da, günümüz Evanjelizm
anlayışı Katolik inancıyla ciddi bir çatışma halinde değildir.
Şunu belirtmek gerekmektedir:
Her ne kadar çeşitli yorumlar nedeniyle kimi zaman özünden farklı anlamlara ve
mezheplere bürünmüş olsa da Hristiyanlık inancının güçlenmesi, özellikle
dinsizliğin yaygın olduğu bir dönemde Allah'a inancın gelişip yaygınlaşmasını
biz isteriz. Hristiyanlar elbette daha fazla dindar olmalı, Kutsal Kitaplarına
daha fazla sahip çıkmalı, Amerika'da ve Hristiyanlığın yaygın olduğu tüm diğer
ülkelerde maneviyat daha fazla güçlenmelidir. Amerika da, diğer tüm ülkeler de,
dindar oldukları müddetçe bereketlenmiş ve mutlu olmuşlardır. Dolayısıyla
Müslümanlar arasında Müslümanlığın, Hristiyanlar arasında Hristiyanlığın,
Museviler arasında da Museviliğin gelişip güçlenmesi her zaman isteyeceğimiz ve
teşvik edeceğimiz bir güzelliktir.
Bunun yanı sıra, Evanjelik
inancın Mesih beklentisi de bizim için sevinç vesilesidir. Bilindiği gibi biz
Müslümanlar da içinde bulunduğumuz son –Ahir– zamanda Hz. Mehdi (as)'ın zuhur
edeceğini ve Hz. İsa (as)'ın yeniden yeryüzüne nüzul edeceğini biliyoruz.
Dolayısıyla Hristiyanlarla bu konuda benzer görüş içinde olmak sevindiricidir
ve Hristiyanlara sevgimizi ve desteğimizi artıracak, onlarla ittifakımızı
güçlendirecek heyecan verici ortak bir noktadır.
Söz konusu
Evanjeliklerin Ortadoğu'da bir İsrail devleti beklentisi de yadırganacak bir
tutum değildir. Kuran'a göre Musevilerin Kutsal Topraklarda yaşama hakkı vardır
ve bu gerçek Tevrat'ta olduğu gibi Kuran'da da pek çok ayette geçen bir
durumdur. Maide Suresi'nin 20 ve 21. ayetlerinde şöyle bildirilir:
Hani, Musa kavmine (şöyle)
demişti: "Ey kavmim, Allah'ın üzerinizdeki nimetini anın; içinizden
peygamberler çıkardı, sizden yöneticiler kıldı ve alemlerden hiç kimseye
vermediğini size verdi." "Ey kavmim, Allah'ın sizin için yazdığı
(girmenizi emrettiği) kutsal yere girin ve gerisin geri arkanıza dönmeyin;
yoksa kayba uğrayanlar olarak çevrilirsiniz." (Maide Suresi, 20-21)
Dolayısıyla 5000 yıl
sonra hala Kutsal Topraklar üzerinde Musevilerin varlığını görmek, biz
Müslümanlar için Allah'ın vaadini görmek anlamını taşımaktadır, sevinç
vesilesidir. O topraklarda, geçmişte olduğu gibi Musevilerin, Hristiyanların ve
Müslümanların bir arada barış içinde yaşadığı bir dönemi görmek en büyük
temennilerimizdendir.
Burada üzerinde
duracağımız ve eleştiri konusu olan kısım, bir kısım Evanjeliklerin,
Ortadoğu'da bir savaş beklentisinin gereği olarak Ortadoğu'yu buna göre
şekillendirme çabası, bir bakıma Mesih'in gelişini çabuklaştırma ihtirası,
Kutsal Topraklar konusundaki bazı inanç ve yanlış beklentilerinin tehlikeli
boyutlara ulaşmış olmasıdır.
Öncelikle, Hz. Mehdi
(as) ve Mesih'in geliş tarihi Allah'ın tespit ettiği kaderde belirlenmiş bir
vakittir. Dolayısıyla hiç kimse, hiçbir şart, hiçbir alamet bu çıkışı vaktinden
daha erken hale getirmeyecek, hızlandırmayacaktır. Kutsal Topraklar üzerinde
gerçekleşmesi beklenen Armageddon Savaşı ise 2003 yılında patlak veren Irak
Savaşı ile başlamış ve şu an halen Ortadoğu’da sürüp gitmekte olan çatışmaların
tümüdür. 2003 Irak Savaşı, İncil'de Armageddon olarak belirtilen, hadislerde ve
Tevrat'ta da tüm alametleriyle tarif edilen ahir zaman alameti olan büyük savaşın
başlangıcı hükmündedir. Bu büyük savaş, zamana yayılmış durumdadır. Şu an İslam
dünyasında bu kadar kapsamlı kanın akıyor olması, hemen her Ortadoğu ülkesinde
Müslümanların şehit edilmesi, tam olarak Armageddon savaşının yaşandığını
göstermektedir.
Dolayısıyla
Evanjeliklerin beklediği şekilde gelecekte müstakil, farklı bir kanlı savaş
ortamı gerçekleşmeyecektir. Şunu da belirtmek gerekir ki, Evanjelikler
tarafından tanımlanan Kutsal Topraklar kapsamı, Musevilerin inancından daha
farklıdır ve daha geniş sınırlara ulaşmaktadır. Bunun bir neticesi olarak da
Ortadoğu'yu bir savaş ortamına hazırlama düşüncesi ve bu yönde uygulamalar her
açıdan büyük yanlışlıklar taşımaktadır. Planlanan en büyük yanlışlardan biri
ise, Ortadoğu'nun belkemiğini oluşturan dört ana ülkenin parçalanarak bir Büyük
Kürdistan kurulması hayalidir. Bu kitap, şu anki şartlar altında bu hayalin
neden yanlış olduğunu ve böyle bir hayalin Ortadoğu'yu, Avrupa'yı ve ardından
tüm dünyayı nasıl bir faciaya sürükleyeceğini anlatmaktadır.
2. BÖLÜM
ASIRLIK HEDEF:
ORTADOĞU’YU BÖLME İHTİRASI
Osmanlı henüz yıkılmadan
Sykes-Picot gibi anlaşmalarla üzerinde planlar kurulan Ortadoğu'nun parçalanma
ve güçsüzleşme planları, yıllar boyunca belki de üzerinde en çok konuşulan,
istihbarat teşkilatlarının en fazla kafa yordukları konuların başındaydı.
Devlet başkanları stratejilerini buna göre belirler, ülkeler tutumlarını buna
göre şekillendirirlerdi. Çünkü yukarıda tarif ettiğimiz Evanjelik inanca göre
Hz. İsa (as)'ın çıkışının habercisi olarak kabul edilen Armageddon Savaşı bu
topraklar üzerinde gerçekleşecekti. Bunun altyapısı hazırlanmalı ve bu önemli
zuhur için ortam buna göre yönlendirilmeliydi.
Evanjeliklerin
Amerika'daki siyasi kolunu temsil eden "Yeni Muhafazakarlar"ın
(Neocon) bir kısmı, söz konusu Ortadoğu planlarının en büyük
şekillendiricisidirler. Takip ettikleri bu politika, kimi zaman yönlendirici
olmakta, fakat kimi zaman uluslararası hukuku hiçe sayacak şekle bürünmekte,
kimi zaman ise Amerika'nın temel dış politikası ile bile tezat teşkil
etmektedir. Buna verilebilecek belki de en etkili örnek Irak Savaşı'dır.
Amerikan başkanlarından
Ronald Reagan, Yeni Muhafazakarların bir temsilcisidir ve yaşamı boyunca
kıyameti göreceğine inanmıştır. Anti füze savunma sistemine olan ilgisinin de
yine kıyamet inancı ile ilgili olduğu iddia edilmiştir. Çünkü Eski Ahit'te
geçen Ezekiel 38 ve 39. pasajlara göre kıyamet koptuğu sırada Megiddo Ovası'nda
nükleer bir savaş olacaktır. Şiddetli yağmurlarla birlikte kükürt kaynayacak,
dağlar düşecek, depremler gerçekleşecektir. Evanjelikler, bunun gerçekleşmesi
için bir nükleer patlamanın olması gerektiğine inanmaktadırlar. Dolayısıyla
ortamı buna hazırlamak gerektiğini düşünmüşlerdir. Reagan işte bu amaçla
Ortadoğu politikasını şekillendirmiş, hatta Libya'nın bombalanmasının
gerekliliğini Eski Ahit'ten sözler göstererek açıklamıştır. Buna göre Libya,
ahir zamanda İsrailoğulları'na ihanet edecek ülkelerden biridir. Bu nedenle
Reagan, Libya'yı peşinen cezalandırmıştır.3
Yine Yeni
Muhafazakarların temsilcilerinden ABD Başkanı George W. Bush da, aynı şekilde
kendisinin Allah tarafından görevlendirildiği inancındadır. Nitekim Irak Savaşı
sırasında Allah'tan vahiy aldığını iddia etmiş ve kutsal savaş (holy war), şer
ekseni (evil axis), haçlı seferleri (crusades), sağduyu (gut instinct) gibi
terimleri sıkça kullanmıştır. Bir nükleer füze bahanesiyle girilen Irak yerle
bir edilmiş, sadece Iraklılar değil Amerikalılar da çok ciddi kayıplar vermiş
ve herhangi bir nükleer bulguya rastlanmaksızın ülke terk edilmiştir. Genel
olarak bütün dünyada başarısız olmuş bir Irak Savaşı portresi çizilmiştir.
Gerçekte ise, Evanjelik inancın gerekleri tam olarak yapılmış ve bu uğurda
aslında kendilerince oldukça başarılı bir operasyon gerçekleştirilmiştir. Tam
olması gerektiği gibi Irak parçalara ayrılmış, bir Kürt özerk bölgesi kurulmuş,
Saddam gibi bir diktatörün tekelindeki güçlü ülke tümüyle istikrarsız ve
terörle iç içe bir cephe halini almıştır.
Bush, Irak saldırısını
Tevrat'ta geçen şu sözlere dayandırmıştır:
RAB diyor ki: "İşte Babil'e ve Lev-Kamay'da
yaşayanlara karşı yok edici bir rüzgar çıkaracağım. Tahıl savuranları
göndereceğim Babil'e, onu savurup ayıklasınlar, ülkesini boşaltsınlar diye.
Yıkım günü her yandan saldıracaklar ona. Okçu yayını germesin, zırhını
kuşanmasın. Onun gençlerini esirgemeyin! Ordusunu tümüyle yok edin. Kildan
ülkesinde ölüler, Babil sokaklarında yaralılar serilecek yere. (Yeremya,
51:1-4)
Tevrat'taki bu ifadeler
birer kehanet olarak görüldüğünden, dünyanın süper gücü ABD'nin liderliğini
eline almış bir Evanjelik olan Bush tarafından uygulamaya konmuştur.
Gerçekleşen bu savaş sırasında ortaya çıkan manzaranın tam olarak
Evanjeliklerin hedeflerine işaret etmesi, onlar için kıyamete bir adım daha yaklaşmak
anlamına gelmektedir. Nitekim, aynı dönemde Irak Kürt bölgesinde, baba Mustafa
Barzani'nin vermiş olduğu "Kürt özerk bölgesinin kurulması halinde
ABD'nin 51. Eyaleti olmaya hazır olacağız" sözü bugün büyük ölçüde
gerçekleşmiş bulunmaktadır.4
Bütün bu olaylar aslında
bir bakıma geleceğe de yatırım şeklinde geliştirilmiş ve Irak'ın bu istikrarsız
ortamı, pek çok radikal grubun şekillenip güçlenmesine önayak olmuştur. El
Kaide en fazla saldırıyı Irak'a yöneltirken, şu an tüm dünyanın hiçbir şekilde çözüm
bulamadığı IŞİD Irak'ta doğmuştur. Dolayısıyla şu an sadece Irak değil, Suriye,
Lübnan, Yemen, Libya, hatta Mısır'ın bile bu hale gelmesini tetikleyen unsur,
gerekçesiz başlatılan Irak Savaşı'dır. Planlandığı gibi bölgeye istikrarsızlık,
terör ve bölünme tam anlamıyla gelmiştir.
Plan dahilinde
Ortadoğu'da güçlü ve istikrarlı bir Müslüman ülke bırakmamak vardır. Ortadoğu,
mümkün olduğunca güçsüz, iradesiz, amaçsız ve kişiliksiz uydu birimler şeklinde
küçük parçalara bölünmeli ve bu şekilde rahat ve kolay kontrol edilebilir hale
getirilmelidir. Kontrol edilemediği ya da bir anlaşmazlık olduğu takdirde ise
basit bir askeri müdahale ile kolaylıkla yok edilebilir nitelikte olmalıdır.
Körfez ülkeleri, Amerika'nın denetiminde olduğu ve Armageddon'un beklendiği
Kutsal Toprakların dışında kaldığı için bu kapsama girmemektedirler. Planın
Irak, Suriye ve Mısır kısmı ise şu ana dek (kendilerince) başarıyla
tamamlanmıştır. Geriye kalan iki ülke vardır: Türkiye ve İran. Bu iki ülkenin
bölünüp istikrarsızlaşması ise, kurulacak bir büyük Kürdistan ile mümkün
olacaktır. Ortadoğu'ya dikkatli bakın; tüm planlar bu doğrultuda
ilerlemektedir.
ABD ve Avrupa basınında,
Türkiye'nin, Suudi Arabistan'ın, Irak'ın, İran'ın, Suriye'nin, Libya'nın,
Lübnan'ın, Yemen'in çeşitli şekillerde bölünmüş haritalarının sıklıkla
yayınlanmasının en önemli amacı dünya kamuoyuna bölünmeleri, sözde siyasi bir
gereklilik gibi göstererek bunun bilinçaltı zeminini oluşturmaktır. Kazananı
olmayan savaşlar bölgeyi istikrarsızlığa sürüklerken, silah endüstrisi de
sürekli olarak canlı tutulmakta, stoktaki satılmayan silahlar eritilirken, yeni
üretim için de müthiş bir sermaye sağlanmaktadır. Ani krizlerden gelir elde
eden bankacılık sektörü de Ortadoğu'daki karışık yapıdan faydalanmaktadır.
Dünya Merkez Bankası, bu şekilde ciddi bir finans kaynağına sahip olmaktadır.
Bütün bu gelişmeler
ışığında değerlendirildiğinde, Ortadoğu'daki manzaranın hiç de rastgele
oluşmadığı anlaşılmaktadır. Yüz yıl önce tasarlanmış harita ve ortam, bugün
fiili olarak uygulamaya konmuş gibi görünmektedir. Kuşkusuz kabahatin belki de
en büyük kısmı, bu planlara bilerek ya da bilmeyerek alt yapı oluşturmuş, bu
karışıklığa izin vermiş olan, kendi aralarında ittifak edemedikleri gibi
ihtilafı marifet sayan bir kısım Müslümanlardır. Bu konuya da ilerleyen
satırlarda değinilecektir.
Bir Araç Olarak Musevi Lobisi
Yeni muhafazakarlar
Amerika'da gerek yönetimdeyken, gerekse yönetimde olmadıklarında çeşitli
düşünce kuruluşları ve sivil toplum örgütleri yoluyla oldukça etkilidirler.
Elbette bunda, bir kısım Musevilerden ve Musevi lobisinden aldıkları destek de
önemli yer tutmaktadır. Ancak bu noktada ciddi bir tezat göze çarpar. Daha önce
belirttiğimiz gibi bir kısım Evanjelikler, Hz. İsa (as)'ın nuzülü ile
Hristiyanlığı seçecek sadece 144 bin Musevi'nin hayatta kalacağına,
diğerlerinin ise bu büyük savaşta katledileceğine inanmaktadırlar. Dolayısıyla
Evanjeliklerin bir kısmı gerçekte Musevileri yanlış yolda görmekte ve onların
katledileceği bir savaş için hazırlık yapmaktadırlar. Buradan hareketle söz
konusu Evanjeliklerin Musevilere yaklaşımının gerçek bir ittifak anlamı
taşımadığı söylenebilir.
Nitekim bunu bazı ünlü
Evanjeliklerin kendi ifadelerinde de görmek mümkündür. 20. yüzyılın ünlü
Evanjeliklerinden Jerry Falwell'e, bir konuşması sırasında deccalin kim olduğu
sorusu sorulur, cevap ise ilginçtir: "Deccal kim olacak? Tabi ki bir
Musevi."5 Billy Graham ise yıllar önce yaptığı bir konuşmasında şu sözleri sarf
etmiştir: "O Musevilerden pek çok arkadaşım var. Hepsi de benim
etrafımda dolanır ve beni çok severler. Benim İsrail'i sevdiğimi biliyorlar ya.
Ama gerçekte ülkeye yaptıkları hakkındaki hislerimi bir bilseler. Ve bunu
engelleyecek gücüm de yok". Graham, bu sözlerin ortaya çıkmasının
ardından, "30 yıl önceki bir görüşme. Ne söylediğimi pek
hatırlamıyorum. Ama eğer kimseyi kırdıysam yürekten özür dilerim. Ben yıllarca
Yahudiler ve Hristiyanlar arasında köprü kurmak için çalıştım.”6 demek durumunda kalmıştır.
Bu sözler, bir kısım
Evanjeliklerin Musevileri destekler görünmelerinin sadece kıyametin
şartlarından biri olmasından ileri geldiğini göstermektedir. Yani Museviler,
bazı Evanjeliklere göre sadece bu hedefin gerçekleşmesi için bir araçtır.
Musevilerden bazıları bunun farkında olmamakla birlikte, bir kısım Museviler,
bu hedefi gayet iyi bilmelerine rağmen herhangi bir itiraz getirmemektedirler.
Zira, dünyada Siyonizmin destekçileri azdır ve söz konusu Museviler böyle bir
yolla da olsa kendi inançlarının desteklenmesinden memnun gözükmektedirler.
Kitabın başında
belirttiğimiz önemli bir hususu tekrar hatırlatalım: Elbette Evanjeliklerin de
Yeni Muhafazakarların da tümü bu görüşte değildir. Hatta büyük bir çoğunluk
Ortadoğu'yu yıkıma sürükleyecek bir savaş ihtirası taşımamakta ve Musevilere ve
Müslümanlara husumet hissetmemektedir. Hatta aralarında, dinler arası köprü
kurmayı hedefleyen, bu konuda ciddi çabalar sarf eden, Müslümanlara ve
Musevilere gerçek muhabbet duyan sevgi insanları çoğunluktadır.
Burada bahsini ettiğimiz
savaş beklentisi içindeki Evanjeliklerin de bir yorumlama hatası nedeniyle bu
görüşte olduklarını tekrar hatırlatmak gerekmektedir. Amaç bu yanlışlığı ortaya
koymak olduğundan, sadece 144 bin Musevi'nin hayatta kalacağı bir savaş
senaryosundaki mantık boşlukları da gözler önüne serilmelidir. Şu bir gerçektir
ki, böyle bir inanç şekli taşıdıkları sürece söz konusu Evanjeliklerin
Musevilerle gerçek birlik ve dostluğu oluşturabilmeleri neredeyse imkansız,
Museviler için ise bu, oldukça riskli ve şüpheli bir durumdur. Bu bakış
açısındaki bir Hristiyan'ın hayatı boyunca bir Musevi'yi gerçek dost olarak
görebilme ihtimali yoktur. Durumun farkında olan Museviler de, kendilerine
yönelik bir katliam senaryosuna inanan Hristiyanların samimiyetinden ve
dostluğundan daima şüphe edeceklerdir. Şu şartlar altında iki dinin temsilcileri
arasında geçici ittifaklar yalnızca göz boyama anlamına gelecek, gerçek bir
ittifakın gerçekleşmesi ise imkansız olacaktır. Oysa dinler arası ittifak, ahir
zaman için hayati ve oldukça gerekli bir konudur. Sırf bu sebepten dahi,
Evanjelik inancın söz konusu beklentilerinde bazı sorunlar olduğu açıktır.
Müslümanlar açısından
ise durum çok daha vahimdir. Keza, bir kısım Evanjeliklerin beklentilerine göre
son savaş, tüm Müslümanların katledilmesi ile sonuçlanacaktır. Bu beklentide
olan bir Evanjelik, iyiliğinden ve dürüstlüğünden emin olsa da, sevgi ve saygı
da duysa, doğru yolda olduğunu açıkça görerek tüm kalbiyle güvendiği bir insan
da olsa, bir Müslümanın mutlaka katledilmesi gerektiğini düşünerek
yaşayacaktır. Bu durum, söz konusu Hristiyan için de, onunla ittifak ve sevgi
düşüncesi içinde olan bir Müslüman için de dehşet vericidir. Bu ifade,
Hristiyanlarla Müslümanların arasında hiçbir zaman bir birlik ve tesanüt
olamayacağı sonucunu çıkarır ki şu durumda bu dünya, üzerine barış gelmeyecek
bir kabus mekanı haline gelecektir. Bu yanlış bakış açısı, kapsamlı bir
düşmanlık politikasının fitilini ateşlemek için yeterlidir. Bu düşüncede olan
bir Evanjelik Hristiyan'ın dinler arası gerçek bir dostluğu oluşturabilmesi ise
imkansızdır. Böyle bir yaşam, Allah'ın istediği bir yaşam olamaz. Bir hak
dinin, asla böyle bir düşmanlık politikası ve katliam senaryosu sunmayacağı
açıktır. Demek ki dini yorumlama konusunda büyük bir hata vardır.
Ayrıca dünyaya sevgi ve
barış temsilcisi olarak gönderilmiş olan ve biz Müslümanların da peygamberi
olan Hz. İsa (as)'ın, dünyanın son döneminde tamamen yaratılış amacının dışında
bir katliama yol vermesi akla ve imana aykırı bir durumdur. Hz. İsa (as)'ı
gereği gibi tanıyan gerçek bir Hristiyan'ın, böyle bir düşünceden şüpheye düşmesi
gerekir. Dünya üzerinde sevgi ve barışı imkansız kılan böylesine ürkütücü bir
plan ne Allah'ın adetullahına ne de peygamberlerin gönderiliş amaçlarına uygun
düşmektedir. Dolayısıyla burada da açık bir yanlış anlaşılma, bir algılama
sorunu vardır. (Bu konuyla ilgili detaylar için bkz. Harun Yahya, Hristiyanlar
İsa Mesih'i Dinlesinler)
Kutsal Topraklar Üzerinde
Parçalama Planları
Eski Ahit, vaat edilmiş
toprakları şu şekilde tarif eder:
Mısır Irmağı'ndan büyük Fırat Irmağı'na kadar uzanan bu
toprakları –Ken, Keniz, Kadmon, Hitit, Periz, Refa, Amor, Kenan, Girgaş ve
Yevus topraklarını– senin soyuna vereceğim. (Yaratılış 15:18-21)
Tevrat'taki söz konusu
pasaj, Evanjelikler için Kutsal Topraklar olarak tanımlanır ve Hz. İsa (as)'ın
gelişi öncesi bu toprakların mutlaka Museviler tarafından ele geçirilmiş
olmasını şart koşar. Nil ve Fırat arasındaki bu topraklar Irak, Suriye, Mısır,
Sudan ve Türkiye'yi kısmen, Ürdün, Lübnan ve Kuveyt'in ise tamamını
içermektedir.
Bir kısım Evanjelikler
için bu toprakların ele geçirilmesi büyük önem taşımakta ve son nüzul için
önemli bir alamete işaret etmektedir.
Bu haritada Türkiye'yi
ilgilendiren kısım ise, Evanjeliklere göre söz konusu Kutsal Toprakların Adana,
Gaziantep, Hatay, Kahramanmaraş ve Adıyaman'ı kapsamakta oluşudur. Kimi
kaynaklar buna Türkiye'nin Güneydoğusu'nun tümünü dahil ederler. 90 yıllık
cumhuriyet dönemi boyunca büyük bir istikrar ve demokrasi ile idare edilmiş ve
özellikle son yıllarda ciddi anlamda bir yükseliş kaydetmiş ülkemizde sadece
adı geçen bu bölgelerin sürekli olarak istikrarsızlıklar içinde olması bu
anlamda düşündürücüdür. Açıktır ki, bir kısım kehanetlere dayanarak Ortadoğu'yu
parçalama planları içinde Türkiye de vardır ve Güneydoğu bölgesi bu nedenle
sürekli bir rahatsızlık içindedir.
Burada belirtilmesi
gereken önemli bir nokta vardır. Eski Ahit'te Nil'den Fırat'a kadar olarak
tarif edilen Kutsal Topraklar, Museviler için (Doğudan Batıya) Akdeniz'den
Ürdün Nehri'ne, (Güneyden Kuzeye) Sina'dan Kuzey Lübnan'da bulunan Hazbani
nehrine uzanan kısımdır. Dolayısıyla şu anki İsrail sınırları bu alanı
kaplamakta, fakat bu tarif Türkiye topraklarını kapsamamaktadır. Ne var ki bir
kısım Evanjeliklerin söz konusu Tevrat pasajlarını yorumlama şekli yukarıda
belirttiğimiz gibi farklıdır. Aradaki ayrımın en önemli sebeplerinden bir
tanesi bir kısım Hristiyanların "Kutsal Topraklar" kavramını sadece
Hz. Musa (as)'a değil Hz. İbrahim (as)'a vaat edilen kutsal topraklar olarak
genişletmeleridir. Oysa Tevrat'ta Kutsal Topraklar ifadesi bu anlamda
kullanılmamıştır. Dolayısıyla Museviler, genel olarak, bir kısım Evanjelikler
tarafından tarif edilen bu geniş haritayı doğru bulmazlar, bu nedenle de Kutsal
Toprakları, mevcut İsrail sınırlarının dışına çıkarak genişletme hedefine sıcak
bakmazlar.
Türkiye Üzerinde Gizli/Açık
Planlar
İçinde bulunduğumuz son
yıllar, özellikle Arap Baharı sonrasında ortaya çıkan kargaşa ile birlikte
"bölünme" teriminin çok fazla zikredildiği yıllardır. Öyle ki,
saldırı ve kargaşadan kurtulamamış olan Irak, Amerika'nın ardından IŞİD'in
işgali ile karşılaşmış ve bugün resmi olarak üçe bölünmüş durumdadır. 2011
yılından beri başlayan iç savaştan kurtulamayan Suriye, şu an temelde 6 ayrı
parçaya bölünmüştür. Bu parçalar içinde de parçacıklar vardır. Mısır, ciddi bir
istikrarsızlık dönemi yaşamakta, Sina'daki aşiretler tedirgin beklemekte; Libya
darbelerle sarsılmakta, Sudan ve Yemen'deki durum ise hiç durulmamaktadır.
Bütün bu karışıklıklar
içinde dikkatleri çeken iki ülke vardır: İran ve Türkiye. İran, her ne kadar
yakın geçmişte nükleer çalışmaları nedeniyle çok uzun zaman boyunca ciddi bir
abluka altında kalmış olsa da, bağlı bulunduğu Şangay Paktı'nın bir gözlemci
üyesi, Rusya-Çin ekseninin bir müttefiki olması bakımından gücünü kaybetmemiş
ve istikrar göstermiştir. NATO üyesi ve Batı müttefiki demokratik Türkiye ise,
yaklaşık 40 yıllık PKK terörüne rağmen bölünmeyi şiddetle reddetmiş, içinde
bulunduğu kaynayan coğrafi şartlara rağmen güçlenmiş, beklenmedik reformlarla
10 yıl içinde önemli bir değişim geçirmiş bir ülkedir. Komşularla ilişkiler,
İslamileşme ve Batı'dan uzaklaşma gibi eleştiriler alsa da Türkiye, bölge
içinde ekonomik, ticari ve demokratik anlamda önemli atılımlar içinde olmuş ve
bölgenin karmaşasından çok fazla etkilenmemiştir.
Türkiye'deki bu durum
işte bu nedenle Ortadoğu üzerinde planları olan çevreleri tedirgin etmekte ve
hatta kimileri bu tedirginliği açıkça ifade etmekten çekinmemektedirler. Çünkü
planda, ülkelerin güçlenmesi değil, güçsüzleşmesi vardır. Ve yine planda,
Armageddon Savaşının gerçekleşeceğini düşündükleri Mezopotamya bölgesinde,
kendi idarelerinde olan, Arap, Türk ve Fars dünyasından bağımsız, rahat
yönetilip üzerinde rahat oyun oynanabilen hayali bir kukla devlet kurulması yer
almaktadır: Büyük Kürdistan.
İlerleyen satırlarda bu
büyük hayalin ne büyük bir yanılgı olduğunun ispatlarını göreceksiniz.
Evanjelik Planları Anlatmamızdaki
Amaç
Şu önemli gerçeğin kitap
boyunca çok defa vurgulanması önemlidir: Bu kitapta belirtilen Evanjelik
planları gözler önüne sermemizdeki amaç, söz konusu Evanjelikleri veya Yeni
Muhafazakarları kötülemek değildir. Bu kişiler batıl da olsa sahip oldukları
inançlar doğrultusunda en doğrusunu yaptıkları kanaatinde olabilirler. Allah'ın
Kuran'da çok fazla ayette bildirdiği gibi Hristiyanlar ve Museviler,
Müslümanlar için dost ve kardeştirler. Kuran ile mutabık olan tüm Tevrat ve
İncil sözleri Müslümanlar için de geçerlidir ve Müslümanlar, bu iki İbrahimi
dine saygı, bu dinlerin mensuplarına ise sevgi ve şefkat göstermekle
yükümlüdürler. Dolayısıyla elinizdeki kitabın bir dini, mezhebi veya bir dinin
mensuplarını yermek veya kötülemek için yazılmadığının bilinmesi oldukça
önemlidir.
Ayrıca şu bir gerçektir
ki, İslam coğrafyası üzerinde her ne plan uygulanıyor olursa olsun, bu
topraklarda eğer bir kargaşa çıkıyorsa, bunun asıl sorumlusu o topraklar
üzerinde yaşayan ve bir türlü birlik olamayan Müslümanların kendileridir.
Ortadoğu'nun içinde bulunduğu bu kargaşa halinin tüm sorumluluğunu başkalarına
yüklemek gerçek sorunu anlamamak anlamına gelir. Ortadoğu ve tüm diğer Müslüman
coğrafyasının asıl sorunu, bölünüp parçalanmış olmaları, mezhepler ve etnik
kimlikler bahanesiyle bir araya gelememeleri, birlik olamamalarıdır. Büyük bir
çoğunluğunun İslam adı altında sahte bir hurafe dinini benimsemeleri, Kuran'dan
uzaklaşmaları ve Allah'ın kendilerine Kuran ile vermiş olduğu mesajı
anlayamamalarıdır. Hurafe dininin etkisi ile kendi içinde geri kalmış, kadını
değersiz, demokrasiyi gereksiz, sanatı haram bilen paramparça olmuş bir
topluluk içinde nefretin büyümesi kuşkusuz ki zor olmamıştır. Dolayısıyla
kıvılcımlardan kolay etkilenip bir anda kendi coğrafyasının kargaşa ortamına
dönüşmesine izin veren Müslüman alemi, kuşkusuz ki bu durumdan en fazla sorumlu
olandır.
Fakat bir yandan,
kitabın başından beri bahsini ettiğimiz Evanjeliklerin, kendi hedefleri ve bu
hedef için tespit edilmiş yol ve yöntemlerindeki hatalar, gidişata
bakıldığında, Ortadoğu'da çok büyük ve korkunç sonuçlara sebep olabilecektir.
Burada bahsettiğimiz korkunç sonuç, bütün dünyayı felakete çevirecek Marksist
bir sistemin doğup yaygınlaşması ve bütün dünyaya sirayet etmesidir. İşte o
zaman, Evanjelikler, kendi beklentilerinin de yerine gelmediğini, dünyanın ise
bir yok oluşa doğru gittiğini anlayabileceklerdir. Çok geç olmadan bu konuda
uyarılmaları şarttır.
Eğer bu konudaki
gerçekler gözler önüne serilirse, özellikle yeni muhafazakarlarla, Amerika ve
Avrupa ile birlikte daha iyi ve barışçıl bir Ortadoğu inşa etmek çok daha fazla
mümkün olabilecektir. İşte bu nedenle, geç olmadan, bu planın nelere mal
olacağı gözler önüne serilmelidir.
3. BÖLÜM
SEVR’İN ÖZLEMİ: BÜYÜK KÜRDİSTAN
1920'de imzalanan ve
Atatürk tarafından geçersiz kılınan Sevr Anlaşması, hatırlanacağı gibi
Osmanlı'nın varlığından beri, Batı'nın süregelen en büyük özlemlerini resmi
olarak Türk milletinin önüne koymuştu. Ortadoğu'yu, Arap Yarımadası'nı,
Balkanları ve Afrika'yı kaybetmiş olan Osmanlı'dan batıda Ege kıyıları talep
ediliyor, kuzeydoğuda Ermenistan ve güneydoğuda ise Kürdistan için toprak
isteniyordu. TBMM tarafından tanınmaması anlaşmayı rafa kaldırsa da Sevr'in
Kürdistan özlemi hiçbir zaman sona ermedi. Çünkü bazılarına göre Mezopotamya,
kehanetlerin kalbindeki bir merkezdi ve mutlaka idare altına alınmalıydı.
Mezopotamya bölgesi,
bilindiği gibi, Türkiye'nin güneydoğusu, İran'ın güneybatısı, Irak ve
Suriye'nin bir bölümünü kapsayan bir bölgedir. Bu bölgenin önemli özelliği ise
bölgenin etnik olarak Kürtlerin yaşadığı bir coğrafya olmasıdır. Dolayısıyla
geçmişten bu yana bir kısım Evanjelik Hristiyanların ve onların politik
kollarının hedefi, bölgenin güçlü devletlerinin –yani Türkiye, İran, Suriye ve
Irak'ın– parçalanarak bu bölgede yeni bir Kürt devleti kurulabilmesi olmuştur.
Bu devletin iki önemli özelliği olmalıdır: ABD ve Avrupa'nın kayıtsız şartsız
müttefiki olmalı, dahası ABD ve Avrupa'nın tüm isteklerini yerine getiren bir
piyon devlet olmalıdır.
Bu piyon devlet,
Batı'ya, Ortadoğu topraklarında oldukça stratejik bir alan sağlayacak, üsler
kurabilmeleri için mükemmel stratejik coğrafya sunacak ve beklenen Armageddon
Savaşı için de ortam, imkan ve mekan oluşturacaktır.
Dolayısıyla Büyük
Kürdistan projesi, Sevr'den beri resmi olarak işleyen bir projedir. Kürt
nüfusunu barındıran dört ülkeyi hedeflemektedir. İstikrarsızlaştırma planı
dahilinde bu hedef, Irak ve Suriye açısından başarıya ulaşmıştır. Irak'ta
özerk, Suriye'de ise kantonlardan oluşan bir Kürt yerleşim alanı vardır.
Irak'ın her geçen gün daha da karışması Kürt Özerk Yönetimi'nin
"bağımsızlık ilan edebiliriz" söylemlerine yol vermiştir. Nitekim
Irak anayasası buna müsaittir. Yerel halk oyladığı takdirde, özerk yönetim
Irak'tan bağımsız bir devlet olarak ayrılabilir.
Planın ikinci aşaması
olan Suriye Kürtleri açısından da beklenen ilerleme kaydedilmiş görünmektedir.
Kanton yönetimlere bölünmüş olan Kürt yönetimi burada sık sık özerklik ilan
etmekte, fakat Suriye'deki iç savaş sebebiyle muhatap bulamamanın bir sonucu
olarak mevcut sisteme geri dönülmektedir. Fakat bu aşamada dikkat çeken bir
husus vardır: Batı ülkelerinin Suriye'deki Kürt bölgesine karşı aşırı
hassasiyeti. Bu konu birazdan incelenecektir.
Hedefin üçüncü ve
dördüncü safhası yani İran ve Türkiye ise, daha önce de belirttiğimiz gibi,
istikrarlı ülkeler olmaları bakımından önemli bir sorun teşkil ederler.
Dolayısıyla ince plan şu günlerde bu iki ülkeyi dize getirmek üzerine devam
etmektedir. Burada konumuz olan hedefin Türkiye yönünü ele alırken bahsetmemiz
gereken temel unsur PKK'dır. Çünkü Avrupa ve ABD'nin yıllardır terör listesinde
bulunan, Marksist, Leninist, komünist PKK, şu anda Türkiye'yi bölmek için
Batı'ya yaranmakta; Batı'nın bazı derin güçleri ise yine Türkiye'yi bölmek için
PKK'nın maskesini görmezden gelmektedir. Dolayısıyla karşımızda, PKK'nın
Batı'yı, Batı'nın ise PKK'yı kullandığı tehlikeli bir ortam vardır.
Batı PKK'yı, PKK ise
Batı'yı Kullanıyor
PKK'yı, günümüzdeki bazı
gazetelerde çıkan yazılardan tanımış olan biri, gerçekte şiddet yanlısı olan bu
komünist terör örgütünü kolaylıkla Batı'nın destek vermesi gereken "Kürt
savaşçılar" olarak değerlendirecektir. Çünkü uluslararası ana akım
medyanın, özellikle son günlerde, PKK'yı takdim edişi bu şekildedir.
Bunun sebebi çift
taraflı bir menfaat alanının doğmuş olmasıdır. Yaklaşık 40 yıldır Türkiye'den
Güneydoğu bölgesini koparmaya çalışan komünist PKK ile yaklaşık 100 yıldır bu
bölgeyi koparmaya çalışan Batılı derin güçler ortak paydada buluşmuştur. Batı
için en büyük itiraz olan "komünizm" faktörü, PKK'nın girdiği sahte
kılıklar altında sinsice gözlerden ırak hale getirilmeye çalışılmıştır.
Komünist kahpe teröristler yüzlerine maske geçirmiş ve kimlik mücadelesi veren,
haklarını arayan emperyalist Kürt savaşçıları görünümüne bürünmüşlerdir. Bu
durum Batı'nın işine gelmiş ve PKK'yı hedeflerini gerçekleştirmek için iyi bir
koz olarak görmüşlerdir. Nasıl bir belanın içine girdiklerinin farkına dahi
varmadan...
Bu belayı tarif etmemiz
şarttır. Çünkü PKK, Kürt kimliğinin mücadelesini veren kahraman savaşçılar
falan değil, emperyalist kılığa bürünen, gerçekte HALEN komünizmi yaymayı
hedefleyen, Kürtlük veya Kürtler umurlarında bile olmayan Leninist, eli kanlı
bir terör örgütüdür. Bölgede yaşayan Kürtler ile PKK'lı teröristlerin
arasındaki ayrımı çok iyi yapmak gerekmektedir.
PKK ile ittifaka girmeyi
düşünen bir kısım Batılıların nasıl bir bela ile karşı karşıya olduğunu
gösterebilmek için PKK'nın emperyalizm maskesini deşifre etmek gerekmektedir.
Söz konusu Batılı güçler eğer hala komünizmle mücadeleyi esas alan
ideolojilerini koruyorlarsa, şu durumda onlara kötü haber: Kanlı komünistlerle
ittifak içindeler!
PKK Neden Kuruldu?
Üniversitelerde bir
öğrenci hareketi olarak başlayan ve 1977 döneminde kendilerine Apocular denen
PKK hareketi, zaman içinde Kürt Devrimcileri veya Apocular isimlerini bırakarak
Ulusal Kurtuluş Ordusu adını almıştır. Zaman içinde sol grupların birçoğu bu
örgüt ile çeşitli bağlantılar kurmaya başlamıştır. Çünkü örgütün temel
ideolojisi Marksizm-Leninizm üzerine kuruludur. O dönemde söz konusu grubun
lideri konumunda olan Abdullah Öcalan'ın şu açıklamaları PKK'nın ilk kuruluş
bildirgesi sayılabilir:
Klasik manada bizler Marksizm ve Leninizm'i araştırıp
inceleyeceğiz. Bu ideolojilerin kılavuzluğunda dünyanın, Ortadoğu'nun ve
Türkiye'nin genel bir tahlilini yapacağız. Bu bakış açısına göre Doğu ve
Güneydoğu Anadolu (Kuzey Kürdistan) sömürge durumundadır. Türkiye de sömürgeci
devlettir. Ayrıca Kürdistan'ın diğer parçaları da İran, Irak ve Suriye'nin
sömürgeci idaresi altındadır.7
PKK'nın amacını
açıklayan diğer bir yazılı belge 1978 yılında yayınlanan Kürdistan Devriminin
Yolu (Manisfesto) ile Parti Programı'dır. Parti Programı'nda daha doğrusu
Öcalan'ın hazırladığı Taslak'ta PKK'nın amacı şöyle özetlenmektedir:
Kürdistan, sömürgeci 4 devlet Türkiye, İran, Irak ve
Suriye tarafından dörde bölünmüştür. En büyük parça Türkiye Kürdistanı'dır.
Burada yarı feodal ilişkiler geçerlidir. Devrimde Türkiye Kürdistan'ı önderlik
yapacaktır. Devrimin niteliği ulusun demokratik devrimidir. Asgari hedef, sömürgeciliği yıkarak
bağımsız, demokratik ve birleşik bir Kürdistan devleti kurmaktır. Azami
hedef, Marksist-Leninist ilkelere dayalı bir devlet kurmaktır. Devrime öncü güç
proletaryadır. Devrimde temel güç köylüdür. Temel ittifak da işçi-köylü-aydın
ittifakıdır.8
Aynı dönemde yayınlanan
Tüzük ise programda belirlenen hedefleri gerçekleştirmek için oluşturulacak
partinin temel niteliğini açıklamaktadır. Hem Manifesto, hem Program, hem de
Tüzük'te kendisini Marksist-Leninist olarak tanımlayan örgütün tüm ideolojisi
"zor ve sömürge" kavramları üzerine inşa edilmiştir. Buna göre
sömürgeci güçlere karşı devrimci şiddet sonuna kadar kullanılmalı ve sömürgeci
güçler bu şiddet sonucunda örgütü kabullenmeye zorlanmalıdır.9 Burada, Engels'in "Zor Teorisi" esas
alınmış ve Marks ve Engels'in proletarya iktidara giderken şiddetin göz ardı
edilmemesine dair ifadeleri yol gösterici kabul edilmiştir.
Abdullah Öcalan da, bu
görüşlere sahip çıkarak şiddetin vazgeçilmezliğini ileri sürmüş ve Kürdistan'da
Zor'un Rolü isimli kitabında bu görüşlerini açıklamıştır:
….Biz gerilla savaşıyla hareketli savaşı bir arada
uygulayarak düşmanın askeri üstünlüğünü yok etmeye ve onu daha da geriletmeye
ve Türkiye'deki devrimin gelişimini hızlandırmaya çalışacağız. Bu trajik denge
aşamasında Kürdistan'da devam eden gerilla savaşıyla hareketli savaş eğer
Türkiye'de de gelişmiş bir devrimci savaşla desteklenirse ve Türkiye'de büyük
kentlerde dahil olmak üzere bir proletarya ve halk ayaklanması gündeme gelirse
bu ayaklanma durumu Kürdistan'a kadar genişletilerek, Türkiye ve Kürdistan'da
girişilecek halk ayaklanmalarıyla burjuva ordusu dağıtılabilecek, devrimin
siyasi üstünlüğü böylece askeri üstünlüğe de dönüştürülerek burjuva iktidarı
yıkılıp devrim zafere götürülebilecektir…10
"Burjuva"ya
karşı "Proletarya diktatörlüğü" isteyen, bunun ancak bir
"devrim" ve "terör" yoluyla yapılabileceğini anlatan
Öcalan, Marks'ın ideallerini, Lenin'in uygulamalarını tarif etmektedir. Lenin,
kendi idealindeki devrimi şu şekilde tarif etmiştir:
Bir burjuvazi devrimi, proletaryanın çıkarları için
kesinlikle gereklidir. Burjuvazi devrimi ne kadar tamamlanmış, kararlı ve
tutarlı olursa, sosyalizm için proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesi o
kadar emin olacaktır. ... Fransızların söylediği gibi işçiler için 'tüfeği bir
omuzdan diğerine almak' daha kolay olacaktır. Devrimin sağladığı özgürlük ile burjuvazi devriminin onlara verdiği silahı,
burjuvazinin kendisine çevirecekler.11
Felsefesini bu fikirler
doğrultusunda belirleyen Öcalan da, Marksist çizgiye gelmesini ve kendisini bu
yüzyılın Lenin'i ilan etmesi zihniyetini hiçbir zaman gizlememiştir:
...Tabii daha sonra tercih Marksizm-Leninizm'e yapılır.
Sosyalizmin Alfabesi (Leo Huberman) elime aldığım ilk klasiktir. Okuduğumda
yastığımın altına koydum ve bu iş burada biter dedim. Sanırım 1969'da Sosyalizm
tercihi kesinleşti.12
Lenin 1900'de ne ise ben de 21. yüzyıl sosyalizmini
temsil ediyorum, reel sosyalizmle savaşarak, emperyalizmle savaşarak yeni
sosyalizmi inşa ediyorum.
13
Öcalan, PKK'nın
Marksizm-Leninizm geleneği üzerine inşa edildiğini ve bundan sonra da bu
ilkeler üzerinde devam edeceğini şu sözlerle ifade etmiştir:
PKK, Marksizm-Leninizm geleneğine uygun bir gelişme
yaşamıştır. Bundan sonrası açık ki etle tırnak gibi birbirinden ayrılmayan bu
miras üzerine şekillenecektir.14
Öcalan, 1 Mayıs 1982
yılında yaptığı konuşmasında ise şunları söylemiştir:
Ama şunu iyi bilmeliyiz ki, Kürdistan tarihi bugün çağa
ulaşmak istiyorsa, tamamıyla işçi sınıfı gerçeğine dayanmak zorundadır. Ne
kadar elverişsiz koşulları yaşarsa yaşasın, işçi sınıfının objektif gücüne ve
onun eylem kılavuzu olan bilimine, MARKSİZM-LENINİZM'E DAYANMAK ZORUNDADIR VE
DİKKAT EDİLİRSE BİZİM VARLIK NEDENİMİZ TÜMÜYLE BU GERÇEK ETRAFINDA OLUŞMUŞTUR.
... Eğer o aşiret duvarları, o feodal çitler aşılmasaydı, MODERN DÜŞÜNCE, EN
DEVRİMCİ DÜŞÜNCE OLAN MARKSİZM-LENINİZM kafalarımıza sıçramayacaktı.
Öcalan'ın açık izahları,
örgüt Manifestosu, Programı ve Tüzüğünde yer alan bilgilere şöyle bir
bakıldığında, PKK'nın nihai amacının, Marksist-Leninist temeller üzerine inşa
edilmiş bir Kürdistan oluşturmak olduğu görülecektir. Bu bölgeyi içine alan
İran, Irak, Suriye ve Türkiye'nin "sömürgeci" devletler olduğu belirtilmekte
ve PKK, hedefini meşru kılmak için sömürge yaklaşımını temel almaktadır. Örgüt
mensupları, kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı hareketlerini örnek almakta ve
bu hareketleri gerçekleştirenleri müttefikleri olarak görmektedir. Amaçları,
"Sosyalist Kürdistan" adı altında kurulan bir bölge içinde
"sınıfsız" bir toplum meydana getirmek, komün sistemini
oluşturmaktır; manifestolarında bunun için savaş çağrısı yapılmaktadır.
Bu hedefin en önemli
gereklerinden biri kuşkusuz emperyalist güçlerin tümüne karşı koyma arzusudur.
Bu sebeple Amerika ve Amerika destekçisi Batı'nın tüm uygulamalarına, hatta
varlıklarına karşı çıkılmıştır. Manifesto, asıl olarak Amerikan emperyalist
zihniyetini yok etme hedefine odaklanılmıştır. Dolayısıyla Marksist PKK,
Marksizm'in gereği olarak emperyalizme ve dolayısıyla emperyalist odak olarak
gördükleri ABD'ye şiddetle karşı çıkmaktadır.
PKK programının
"Kürdistan Devriminin Görevleri" başlıklı bölümünde
"sömürgeci" olarak tanımlanan Türkiye Cumhuriyeti'nin sunacağı her
türlü çözüm arayışlarını (buna bölgesel özerklik de dahildir) reddetmek
gerektiği bildirilmiştir. Bu reddedişteki amaç, Türkiye Cumhuriyeti'nin mutlaka
parçalanması gerektiği düşüncesinden kaynaklanmaktadır.
Manifestoda, Komünist
Kürdistan'ı inşa edebilmek için, Türk güvenlik güçlerini kırsal bölgelerden ve
Türk-Irak sınırından geri çekilmeye zorlayarak, Türkiye'nin güneydoğusunun bazı
bölümlerinde askeri ve politik denetim kurmak hedef olarak belirtilmektedir.
Kurtarılmış bölgeler oluşturulduktan sonra, kentlerde saldırılar ve bölge
çapında kargaşa ve ayaklanmalar başlatılacaktır. PKK'nın mevcut silahlı güçleri
konvansiyonel bir orduya dönüştürülecek ve hedef Türk ordusunu bozguna uğratmak
olacaktır. Bütün bunların sonucunda, Türk ordusunun "Kürdistan"
olarak nitelendirilen toprakları terk edeceği beklentisi vardır.15
PKK manifestosundaki bu
detayları vermemizin amacı, PKK'nın Marksist Leninist bir örgütlenme olarak
kurulduğunu gözler önüne sermek ve başta ABD olmak üzere her türlü emperyalist,
kapitalist ülke, devlet ve sisteme karşı savaş hedefini gözettiğini
belirtmektir. PKK, Türkiye'yi ve Kürtleri barındıran civar ülkeleri
"yıkarak" bir komünist devlet kurma azmindedir. Kuruluş amacı budur
ve bu amaçtan şimdiye kadar hiçbir şekilde vazgeçilmiş değildir.
Dünya değiştikçe,
Ortadoğu'da sınırlar hassaslaştıkça, güç dengeleri değişim gösterdikçe, PKK
yıllar içinde emperyalist bir maske takma zorunluluğu duymuştur. Bunun için
sebepler çoktur; bu sebepleri sonraki başlıklarda inceleyeceğiz. Burada
özellikle vurgulanması gereken nokta, PKK'nın kuruluş günlerindeki Marksist
görünümü ile bugünkü emperyalist maskesinin pek çok ülke ve fikir adamı için
aldatıcı olmasını engellemektir. PKK, bugünkü sahte görünümü altında, hala,
komünist dünya devleti kurma azminde olan Marksist Leninist bir terör
örgütüdür.
PKK'nın Emperyalizm Maskesi
SORU: Saddam'a
razı olmayan Batı, niye Türkiye'nin güçlenmesini istesin ki?
ÖCALAN: Fakat bu
bir Kürt özerkliği de yaratır. Türkiye'yi de zayıflatır bu, zayıflatmasını
bilir.
SORU: Kürt
özerkliği aynı zamanda Türkiye'yi de frenler mi demek istiyorsunuz?
ÖCALAN: Batı
yanlısı bir Kürt özerk bölgesi, Batı için Türkiye'yi frenler. Arapları frenler,
İran'ı frenler. Bu açıdan Batı, Kürtlerin özerkliğine sevdalanacak gibime
geliyor. Bu bölgeyi Türkiye'ye doğru, İran'a doğru yayacaklar. Tabii bu,
Batı'nın isteğidir.16
PKK lideri Abdullah
Öcalan'ın Rafet Ballı'ya 1991 yılında verdiği röportajda sarf ettiği bu sözler,
aslında konunun özünü anlamak için yeterlidir. Batı'da bir kısım güçler,
Türkiye'de Kürtlerin özerkliğine sevdalanmıştır. Bunun hedefi, tam da Öcalan'ın
belirttiği gibi Türkiye'yi, Arapları ve İran'ı frenlemek olacaktır. Türkiye'ye
ve İran'a yayılmış olan bir Kürt bölgesi tümüyle Batı'daki söz konusu güçlerin
isteğidir. Çünkü yukarıda detaylı şekilde bahsini ettiğimiz derin güçlerin
çıkarları, buna son derece uygun düşmektedir.
Söz konusu plan aslında
Öcalan tarafından 90'lı yılların başlangıcında keşfedilmiştir. Bu yıllar,
PKK'nın Türkiye toprakları üzerinde ciddi kayıplar verdiği, örgütün büyük oranda
kan kaybettiği, taraftarlarını yitirdiği ve yeni katılımlar elde edemediği
dönemdir. Kendi söylemlerine göre, Marksist ve Leninist bir örgüt olarak
yaptıkları eylemler çok büyük oranda kendilerine dönmüş, güçlerini
yitirmelerine neden olmuştur.
Aynı dönem, Körfez
Savaşı'nın başladığı ve bu savaşın bir neticesi olarak 36. paralelin kuzeyinde
bir güvenli bölgenin inşa edildiği ve Irak Kürtlerinin korumaya alındığı
dönemdir. Kan kaybeden PKK, Batı koalisyon güçlerinin Kürtleri koruma altına
almasını ve Irak'ta bir Kürt özerk bölge sinyalinin oluşmasını kendisine baz
alarak, dev bir taktiksel değişim politikasına yönelmiştir. Bu değişim öylesine
kapsamlıdır ki, PKK, Leninist özünü hissettirmeyecek şekilde bir maske takmış,
emperyalizm kılıfı altına gizlenmiş ve başta ABD olmak üzere tüm Batı'yı en
hararetli müttefiki ilan etmiştir. Öyle ki temel hedefi emperyalizm ve onun
başını çeken ABD'yi yok etmek olan PKK, ABD'nin himayesi altına girebilmek için
bayrağından söylemlerine kadar her şeyi değiştirmiştir.
PKK'ya Bir Sığınak: 36. Paralelin
Kuzeyi
1991 Körfez Savaşı'nın
hemen sonrasında Irak'tan kaçan Kürt mültecilerin sayısı ciddi anlamda
yükselince, Irak-Türkiye sınırında bir güvenli bölge oluşturulmuştur. Nisan
1991'de, ABD yönetimi Irak'a, Kürtlerin bulunduğu bölge olan 36. paralelin
kuzeyinde, karada ve havada faaliyet göstermemesi uyarısında bulunmuştur. Bu
çerçevede 36. paralelin kuzeyinin Irak uçuşlarına yasaklanması, Birleşik Görev
Gücü adındaki uluslararası bir askeri gücün bölgeye yerleştirilmesi ve sonraki
gelişmeler, Kuzey Irak'ta fiili bir Kürt yönetiminin oluşmasını beraberinde
getirmiştir. Temmuz 1991 tarihinde ise Kürtler için oluşturulan güvenlik
bölgesinin korunması için aralarında Türkiye, ABD, İngiltere ve Fransız askeri
kuvvetlerinin bulunduğu 77 uçak ve helikopter ve 1862 personelden oluşan Çekiç
Güç, Türkiye sınırları içinde konuşlandırılmıştır. Çekiç Güç'ün buradaki
varlığı ile söz konusu Kürt bölgesi özel bir koruma altına alınmıştır.
Bu dönem, ciddi kayıplar
veren ve kan kaybeden PKK'nın mecburi taktik değişiminin başlangıç dönemidir.
Güvenli bölge içine alınan ve ABD denetiminde olan 36. paralelin kuzeyi, PKK
açısından paha biçilmez bir fırsat olmuştur. PKK bu şekilde, barınacak,
güçlenecek, hatta eğitilecek bir alan edinmiştir. Fakat bu imkanlardan
faydalanabilmek için "komünizm karşıtı" olan ABD'nin gözüne girecek
bir şeyler yapması gerekmiştir. Amerika yandaşı görünümü alması, komünizm adına
terör gerçekleştirdiğini unutturması şart olmuştur. Eğer bunu başarabilirse, bir
süper gücün desteğini almış olacaktır. Ve ne garip bir tevafuktur ABD'de bir
kısım birimler, tıpkı kendileri gibi Türkiye üzerinde bir Büyük Kürdistan emeli
peşinde koşmaktadır.
İşte bu sebeplerle PKK,
söylemlerini, taktiklerini, bayrağını değiştirmiş; Rus-Çin destekçisiyken bir
anda ABD destekçisi olmuş; sahtekarca emperyalist görünüme bürünmüştür. Bu
durum, aslında PKK gerçeğini gayet iyi bilen Amerikan derin devletinin de işine
gelmiş, derin devlet, bu emperyalist maskeye çok inanmak istemiştir. Bölgede
Kürt devletinin kurulması için PKK'nın kullanılmasında sakınca görmemiştir.
Öcalan'ın, başından beri
emperyalist gördüğü ABD'ye yaranmak için sarf ettiği şu sözler, bu maskenin
hangi boyutlarda olduğunu gözler önüne sermektedir:
İslam'ın unutur, inkar edilir kıldığı bu halk, tüm
tarikatçı yapılanmalara karşı Armageddon'da ağırlıklı olarak Hristiyanlar ve
Musevilerin yanında yer alacaktır.17
Taktik bilindiktir:
Öcalan, ABD'nin gözüne girecek şekilde İslam'ı eleştirmekte, İslam ile
bütünleşmiş olarak yaşayan Kürt halkını inkar etmekte, herhangi bir dine inancı
veya saygısı varmış gibi davranarak, Hristiyan ve Musevi inancının destekçisi
görünmektedir. Hristiyan Evanjeliklerin Mezopotamya'da gerçekleşmesini
bekledikleri Armageddon Savaşına kurnazca vurgu yapması ise kuşkusuz oldukça
dikkat çekicidir. Nitekim bu taktik şu an PKK tarafından uygulanmakta,
günümüzde Ortadoğu’da devam eden kanlı çatışmalarda PKK, Batılı devletlerden
yardım alarak silahını Müslümanlara yöneltmektedir.
Bu görüntü son derece
göz boyayıcı olmuş, nitekim 36. paralelin kuzeyinin özel bir idareye
ayrılmasının hemen ardından aniden 70 PKK kampı ortaya çıkmıştır.18 Jay Walker adlı bir araştırmacı, PKK
kamplarındaki gözlemlerini ‘’Türkiye'de Kürt Ayaklanması’’ adlı
yazısında şöyle aktarmıştır: “...sınır boyunca 20 PKK eğitim kampı gördüm.
Kamplarda Fransız peynirleri yenmekte, Amerikan kakao ve kahveleri içilmekteydi.’’19
PKK, bu dönemde,
özellikle ABD'nin büyük bir risk olarak gördüğü İran'a yönelik olarak
güçlendirilmiştir. Çöküş aşamasına geldikleri bir anda söz konusu güvenli
bölge, adeta bir PKK özel bölgesi gibi görev yapmış ve bu sayede terör örgütü
silahlanmış, eğitilmiş ve kendini toparlanmıştır.
Bunun sonucu olarak da
Çekiç Güç uygulamasının hemen ardından PKK güçlenmiş ve silahlanmış olarak
Türkiye toprakları üzerinde terör eylemlerine geri dönmüştür. Nitekim 90'lı
yıllar, PKK'nın Türkiye üzerinde en fazla eylem yaptığı ve en fazla can aldığı
dönemdir.
Şunu belirtelim, Kürtlerin
bir devlet kurmasına itirazımız yoktur. Bilindiği gibi Irak'ın
kuzeyinde hali hazırda özerk bir Kürt devleti zaten bulunmaktadır ve Türkiye bu
devlet ile son derece iyi ilişkiler içindedir. Devlet Başkanı Mesud Barzani ve
Başbakan Neçirvan Barzani samimi ve dindar iki önemli liderdir. Elbette
ülkelerin bütünlüğünü korumaları daima isteyeceğimiz bir şeydir fakat özellikle
Irak'ın içinde bulunduğu karmaşa ortamının mecburi bir getirisi olarak eğer
önümüzdeki günlerde Barzani liderliğinin denetiminde Kuzey Irak'ta bağımsız bir
Kürdistan kurulursa, buna da desteğimiz elbette olacaktır. Fakat bunun için
öncelikle o bölgeden de PKK tehdidinin temizlenmesi ve özellikle bu tehdidin
Barzani ailesinin üzerinden kalkması gerekmektedir. Görülebileceği gibi
itirazımız bir Kürt devleti kurulmasında değil, fakat iki önemli noktadadır:
1. Türkiye topraklarına
göz dikilmesi
2. Kürdistan kurma
hayalinin PKK ile gerçekleştirilmek istenmesi.
Türkiye, Kürtleri ile
bir bütündür. Bin yıldır bu topraklar üzerinde Kürtler ve Türkler birlikte
yaşamışlardır ve kardeştirler. Türkiye'de hiçbir Kürt, kendi anavatanından
ayrılmaya niyetli değildir. Türkler de Kürtleri bırakmak niyetinde asla
değildirler. Kürt kardeşlerimiz tedirgin olmamalıdırlar; Türkiye devleti içinde
çöreklenmiş ve şu anda yargı önünde olan Ergenekon terör örgütünün mensuplarının
geçmişte Kürtlere yönelik ayrımcı ve zulüm dolu bir politika izlemiş oldukları
bizim tarafımızdan gayet iyi bilinmektedir. İlerleyen bölümlerde bu konuya
kapsamlı yer ayrılmış ve Türk hükümetinin ve milletinin bu konuda yapması
gerekenler tarif edilmiştir.
Fakat şu bilinmelidir: O
dönemde Ergenekon terör örgütünün yaptıklarının tüm Türkiye'ye mal edilmesi
hatalı olacaktır. Bölünme, başından beri PKK terör örgütünün dillendirdiği bir
söylemdir. Bu terör örgütünün, Kürt milliyetçiliğiyle ise alakası yoktur.
Aksine bu terör örgütü asıl zulmü daima Kürtlere yöneltmiştir. Dolayısıyla
Türkiye'nin güneydoğusunda Türkiye'den ayrılmak isteyen bir Kürt etnik grubu
olduğu tümüyle yalandır. Doğrudur, Kürtler, çoğunlukla Türkiye'nin
güneydoğusundadırlar. Fakat aynı zamanda Kürtler Türkiye'nin her yerindedirler.
Yine güneydoğuda da Kürtlerden farklı olarak Zaza, Türkmen, Arap, Süryani,
Ermeni nüfuslar yoğunluktadır. Dolayısıyla Türkiye, her metrekaresinde farklı
halkların yaşadığı ve tüm halkların iç içe var olduğu bir bütündür. Kürt
ayrımcılığı şimdiye dek hep Ergenekon ve PKK çetelerinin söylemleriyle gündeme
gelmiştir. Irkçılık yapan ruh hastalarının zihinlerinde yer almıştır. Günlük
hayatta hiçbir zaman Kürt-Türk ayrımı diye bir şey yoktur. Buna iznimiz de
yoktur. Kürtler Anadolu topraklarının güzel bir süsü; maddi manevi önemli birer
değeri; dostluğun, dürüstlüğün, maneviyatın, vefa ve sadakatin mühim birer
sembolüdürler. Kürt kardeşlerimizi bizden ayırmaya kalkan zihniyet, asla ve
asla başarılı olamayacak daima hüsranla karşılaşacaktır.
Dolayısıyla Amerika
derin devletinin planladığı Büyük Kürdistan hayalinde, Türkiye olmayacaktır.
Amerika ve onu destekleyen Avrupa ülkelerinin derin devlet yapılanmalarının en
büyük hatası, kurguladıkları Kürdistan hayalinin PKK ile gerçekleşeceğine
inanmalarıdır. Bu hatadır çünkü PKK, belki de geçmiştekinden çok daha güçlü
olarak Marksist temeller üzerinde varlığını sürdürmektedir. Emperyalizm maskesi
kullanarak yaptığı ise, tarihte tüm ünlü komünistlerin başvurduğu kirli bir taktiktir.
Tarihteki Ünlü Komünist Taktikler
Lenin ve Stalin,
komünizm ideolojisinin en vahşi temsilcileridir ve komünizmin gereği olarak
dine de keskin bir üslupla karşıdırlar. Lenin, komünizmi Sovyet Rusya'ya
yerleşik kılmak amacıyla 200 bin rahip öldürmüş, milyonlarca Hristiyan'a
zulmetmiş, binlerce kiliseyi yok etmiş, bazılarını ise ateist müzelere
dönüştürmüştür. Lenin'in izinden gitmiş olan Stalin'in ise din konusuyla ilgili
sözleri şöyledir:
Biz dine karşı propaganda yapıyoruz ve propaganda
yapmaya devam edeceğiz. Parti dine karşı tarafsız kalamaz. Bütün dinlere karşı
din aleyhtarı propaganda yapmaktadır. 20
Bütün dinlere karşı din
aleyhtarı propaganda yapmanın gerekliliğinden bahseden aynı Stalin, şaşırtıcı
bir şekilde, 2. Dünya Savaşı'nın ilk yıllarında Rus Ortodoks Kilisesi ile bir
akit imzalamış, on binlerce kilisenin yeniden açılmasına ve kilise
liderliğindeki hiyerarşinin yeniden tesis edilmesine izin vermiştir. Bunun yanı
sıra güneyde Müslüman şeriatına izin verilmiş, Doğu'da Budizm desteklenmiş ve
antisemitizme güçlü bir biçimde karşı çıkılmıştır. Bu ilginç açılımın ise tek
sebebi vardır: 2. Dünya Savaşı'nda komünizme karşı büyük bir tehdit olarak
yükselen faşizmi ortadan kaldırabilmek ve Hitler'i mağlup edebilmek için
başlatılan mücadeleye karşı destek alabilmek. Nazilere karşı koyabilmek için
Stalin, özellikle kilisenin etkisini bu yolla uzun süre kullanmıştır.
Lenin ise, çöküşe giden
Rus ekonomisini canlandırabilmek ve kapitalist ülkelerin seviyelerine
ulaşabilmek için, ekonomide kısa dönemli bir politika değişimine gitmiş ve
kapitalizmin ilkelerini takip etmiştir. Yeni Ekonomi Politikası (New Economic
Policy – NEP) adı verilen bu düzenlemeye göre küçük işletmelerin kapitalizmde
olduğu gibi kâr mantığıyla devam etmesini içeren bir politikaya geçilmiştir.
NEP politikası Bolşevikler arasında geçici bir düzenleme olarak görülmüş ve
özellikle içinde barındırdığı kapitalist ekonomiye ait uygulamalar yüzünden
parti içinde eleştirilmiştir. Komünist ekonomi anlayışının tamamen dışında bir
politika olan NEP, bir mecburiyet olarak benimsenmiş ve yeterli ekonomik
gelişme sağlandıktan sonra terk edilmiştir. Bugün, söz konusu taktiği Çin'in
Hong Kong politikalarında da izlemek mümkündür.
Komünistlerin şekil
değiştirme ve geri adım politikalarıyla ilgili bir başka örnek ise aile ve
devlet konusundaki yaklaşımlarıdır. Bilindiği gibi komünizm, aile ve devlet
kurumlarına şiddetle karşıdır ve bu iki kurumu, komün toplumlarına geri dönüş
mücadelesinde oldukça büyük engeller olarak görür. Fakat buna rağmen komünistler
genellikle bir taktik uygular ve aile kurumunu ortadan kaldırabilmek için
öncelikle güçlü bir devletin var olması gerektiğini söylerler. Güçlü bir devlet
için ise önce aile kurumunun güçlenmesi gerekmektedir. Bu nedenle önce geri
adım atarak aileyi güçlendirirler. Bu sayede komünist devlet güçlenir ve bir
aşama sonra ise aile kurumu tamamen ortadan kaldırılır. Bir sonraki aşama ise
devleti ortadan kaldırmaktır ki, ailenin ve dini değerlerin kalmadığı bir
toplumda, artık bu komünistler açısından çok kolay aşılacak bir safhadır.21
PKK'nın Kullandığı Komünist
Taktikler
Komünist taktikler çoğu
komünist lider tarafından istikrarla uygulanmış ve komünizmin kökleşerek
yerleşmesi için gerekli görülmüştür. Bir başka deyişle güçlü bir komünist
devlet için gereken her yola başvurulmuştur. Gerçekte Stalin'in kiliselere asla
destek vermeyeceği, Lenin'in asla kapitalist bir ekonomiye mahal vermeyeceği
açıktır. Fakat ortam ve şartlar gerektirdiğinde bu maske daima ustalıkla
kullanılmıştır.
Şu anda aynı yöntem PKK
tarafından da uygulanmaktadır. PKK, komünist dünya devleti hedefinin birinci
aşaması olan Komünist Kürdistan'ı oluşturabilme yolunun Batı ile yakınlaşmak
olduğunun farkına varmıştır. Komünist kimliği ile ortaya çıkmasının, dünya
süper gücü ABD tarafından tepki çekeceğini ve bu tepkinin kendilerini
kaçınılmaz bir başarısızlığa götüreceğini gayet iyi bilmektedir.
Bu taktiksel değişim
içinde zikredilen meşhur kelime "özerklik"tir. Gerçekte örgüt
Manifestosu'nda şiddetle karşı çıkılan bu ifade bir anda gece gündüz kullanılır
olmuş, Manifesto'daki Komünist Kürdistan'ın kurulması için Türkiye
Cumhuriyeti'nin yıkılmasını şart koşan ifadeler örtbas edilmiştir. Çünkü burada
geçen komünizm ifadesinin, Batı tarafından doğrudan destek görmeyeceği örgüt
tarafından bilinmektedir. Özerklik, ABD ve Avrupa için oldukça göz boyayıcı bir
kelimedir; ayrıca PKK'ya Batı'nın gözünde sahte bir "Kürt halkının
kurtuluş mücadelesini veren örgüt" kimliği de kazandırmaktadır. Batı'nın
bu talebi demokrasinin gereği olarak görmesi ve mutlaka destek vermesi
beklenmektedir.
Öyle ki, özerklik
kelimesine Türk toplumunu alıştırma çalışmaları başarısız olunca bu kelimeyi de
yumuşatma politikasına başvurulmuştur. Son günlerde oldukça sık duyduğumuz
demokratik özerklik, kanton, demokratik konfederalizm gibi öneriler, PKK'nın
taktiksel yöntemlerinden bazıları olarak gündeme getirilmektedir.
Ayrıca örgüt, şiddetle
devlet sistemine karşı olmasına, devleti yok etmek üzere örgütlenmesine rağmen
ağız değiştirmiş ve aniden Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığının kendileri için
garanti olduğundan bahseder olmuştur. Bu aslında kullanılan komünist
taktiklerinin en bilinenleridir. Devleti yıkmak için önce güçlü bir devletin
himayesinde olma planı hayata geçmiştir. Hedefteki ilk aşama olan özerklik,
Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığının elbette kendileri için garanti olmasını
gerektirmektedir. Çünkü böylelikle, Türkiye devletinin kendilerine para, silah,
altyapı sağlayacak bir ana kaynak olmasını hayal etmektedirler. Türk devletinin
parasıyla ileride Türk devletine karşı kullanacakları bir ordu oluşturmayı
planlamaktadırlar. Dolayısıyla şu aşamada devletin varlığının önemi PKK ve PKK
destekçileri tarafından sürekli olarak dillendirilir. Fakat gerçekte amaç,
güçlenip bir devlet haline geldikten sonra Türkiye Cumhuriyeti dahil olmak
üzere civardaki tüm devletleri yok etmek ve komünist dünya devleti hedefine
erişene kadar bu şekilde ilerlemektir. Dolayısıyla bu söylemler de bir
taktikten öte değildir.
PKK'nın emperyalizm
maskesini taktıktan sonra üstlendiği diğer taktikler ise, kadınları, aileyi ve
dini kullanıyor olmalarıdır. Bu taktikleri farklı başlıklar altında
inceleyelim:
1. Emperyalizm maskesi
altında kadınlar
PKK, Marksist Leninist
ideolojisini açık açık sürdürdüğü 1990'lı yıllara kadar aileyi, dini,
aşiretleri ve kadınları kendi ideolojisinin zararlı elemanları olarak
görmüştür. Örgüte göre, sömürgeciliğin ajan kurumu olarak gördüğü din ve aile
ortadan kesin olarak kalkmalıdır. İşte bu sebeple de örgütün en önemli mücadele
alanlarından bir tanesi aileler, din görevlileri ve aşiretler olmuş, oldukça
fazla sayıda din görevlisi öldürülmüş, aşiretlere savaş açılmıştır.22 Öcalan, kaleme aldığı ilk yazılarında
Marksist-Leninist çizginin bir sonucu olarak kadını ciddi şekilde aşağılamış,
hatta kadını, ailenin içerisinde "erkeği düşüren, yozlaştıran" bir
unsur olarak tarif etmiştir. Hatta örgütün içinde zararlı birer eleman
olacakları endişesi, erkeklerin savaşma kabiliyetini azaltacağı ve örgüt içi
iklimi bozacağı iddiasıyla kadınların örgüt içinde yer almalarına hiçbir zaman
sıcak bakmamıştır.23
Bu noktada Öcalan'ın
kadınlar, özellikle Kürt kadınları hakkındaki gerçek fikirlerine göz atmak
yerinde olacaktır:
Kürt kadınlarının çoğunun bedenleri ölü, kokuşmuş,
soğuk ve çok kabadır. Fizikleri biraz böyledir, ruhları donuktur. Fikir düzeyi
hiç yoktur... Bir papağan kadar bile sözcükleri tekrarlayamaz.24
Fakat daha önce de
belirttiğimiz gibi 90'lı yıllar, örgüt içinde kopmaların meydana geldiği,
örgütün güçsüzleştiği ve küçüldüğü ve oldukça ciddi kayıplar vermiş olduğu bir
dönemdir. Taktik değişimini gerektiren bu önemli sebep, PKK'nın kadınlar
konusunda da bir atılım yapmasını gerektirmiştir. O dönemde ani bir kararla
örgüte kadın militan alınmaya başlanmıştır. 1996 yılında örgütün küçülmeye
başladığı ve kitle desteğini kaybetmeye başladığı bir dönemde ise PKK,
kadınları, intihar eylemlerinde ilk defa bir araç olarak kullanmıştır.25
Terör örgütüne
kadınların alınmasındaki temel amaç, yok olma tehlikesi içine giren PKK'da,
erkek teröristleri teşvik amacıyla kadınların birer savaşçı olarak
kullanılmasıdır. PKK, o tarihten itibaren ön plana çıkardığı kadın savaşçılar
ile bir nevi rekabetin yolunu açmış ve örgüt ile bağlarını yitirmek üzere olan
erkekler bu yolla teşvik edilmişlerdir.
Nitekim, PKK'da
kadınların intihar eylemlerinde kullanılma oranının, dünyadaki diğer terör
örgütleriyle kıyaslandığında daha fazla olduğu görülmektedir. Gerçekleşen ve
gerçekleşmek üzereyken yakalanan intihar eylemcilerinin %55'nin kadınlardan
oluştuğu gözlemlenmiştir.26 Kadınlar, çeşitli aldatma yöntemleriyle bu
Marksist örgütün birer maşası haline gelmişlerdir.
Bu tarihten sonra PKK,
kadınları çok çeşitli şekillerde emperyalizm maskesinin oldukça can alıcı bir
parçası haline getirmiştir. Feodal görüşler ve hurafeci İslam anlayışının
yanlış bir sonucu olarak özellikle kadınların ikinci sınıf vatandaş olarak
görüldüğü Ortadoğu'da kendisini, kadın haklarından bahseden, kadınları ön plana
çıkaran bir grup olarak göstermiştir. Batı için bu hassas bir noktadır; PKK ise
bunu ustaca kullanmıştır. PKK, Batı'nın gözünde, kadına önem vermeyen bağnaz
bir coğrafyanın içinde kadın özgürlüğünden bahseden yegane topluluk olarak göze
çarpmıştır. Günümüzde, PKK hareketini tam anlamıyla tanımayan Batılı yazarların
en fazla kandıkları maske, düştükleri oyun budur.
Gerçekte kadını
"yozlaştırıcı bir etken" olarak gören, kadını savaşta bir tökez,
önüne geçilmesi gereken "aile belası"nın da baş etmeni olarak
niteleyen Öcalan, taktik değişiminin bir gereği olarak 1990'lardan sonra aniden
kadınlara yönelik bir özgürlük teması geliştirmiştir. Kadını "kurtarılması
gereken bir vatan gibi" göstermiş ve "özgürleşen kadın, özgürleşen
Kürdistan'dır" sloganını geliştirmiştir. Çünkü bu sloganın hem örgüt içine
alınacak kadın militanlar, hem de Batı nezdinde ne kadar göz boyayıcı olduğunu çok
iyi bilmektedir.
Illinois Üniversitesi
yayınlarında, PKK'daki bu değişim şu şekilde ifade edilmiştir:
Kadınlar PKK hareketinin aktif üyeleri haline gelmeden
önce, yani 1990'lı yıllara kadar, tüm odaklanma erkekler üzerineydi ve kadınlar
'güvenilmemesi gereken zayıf insanlar' olarak değerlendiriliyordu. Ancak bu
hareket içinde kadınların sayısı arttığında, Öcalan ve genel olarak PKK, Kürt
erkeğinin geleneksel, 'feodal' iktidarını eleştirerek, kadının rolü üzerine
vurgu yapmaya başladılar.27
Şunu belirtmek gerekir.
Kadın özgürlüğü ve üstünlüğünün savunucusu olmak elbette şarttır ve İslam
dininin temel unsurlarından biridir. Ortadoğu gerçek anlamda bu konuda geri
kalmış bir coğrafyadır ve bunun en temel sebebi İslam coğrafyasının Kuran'dan
uzaklaşıp hurafelere yönelmiş olmasıdır. Hurafeci mantık, sadece kadınlar
konusunda değil, kalite, demokrasi, savaş/barış, sanat, bilim gibi her türlü
konuda olağanüstü derecede bir yozlaşma ve felaket getirmiştir. Burada dikkat
edilmesi gereken en önemli husus, gerçek İslam dininin kadını yücelten, sanatı,
bilimi ve demokrasiyi en mükemmel tarif eden anlayış olması; felaketi
getirenlerin Kuran'daki gerçek İslam dininden uzaklaşıp hurafeci, sahte bir
dine uyanlar olmasıdır. (Konuyla ilgili olarak bkz. Harun Yahya, "Bağnazların
Kadın Nefreti", Karanlık Tehlike Bağnazlık)
Burada şunu belirtmekte
de fayda vardır. Türkiye'nin Güneydoğu bölgesinde de özellikle o dönemlerde
yaygın olan kız çocuklarını okula göndermeme, küçük yaşta evlendirme, onları
değersiz ve önemsiz görme, hatta töre cinayeti gibi korkunç uygulamalara maruz
bırakma sebebiyle kadınların hor görüldüğü bir sistemin toplum içinde yaygın
olduğu doğrudur. Ve PKK'nın bu yaygın sistemi kendisi için koz olarak
kullandığı, "silahlanırsan özgürleşirsin" fikrini aşıladığı
görülmektedir. Kürt köylerindeki genç kızların pek çoğu, genel olarak aile veya
aşiret içindeki baskılardan kaçmak için bu özgürlük görüntüsüne aldandıklarını
açıkça belirtmişlerdir. Pişman olanların arasında ise geri dönebilenlerin
sayısı azdır, çünkü genellikle örgüt tarafından tehdit hatta infaz
edilmişlerdir.
Türkiye, hem İslam hem
de demokrasi ülkesi olması sebebiyle, özellikle kadınlara verilen değer
konusunda mutlaka öncü olmalı ve Ortadoğu'ya mükemmel bir örnek teşkil
etmelidir. Bu konuda PKK gibi Batı'ya yaranma amacıyla maske takmış kanlı terör
örgütlerine meydanı boş bırakmamalı, Kuran'da kadın ve demokrasi konusunda en
mükemmel, en adil ve en doğru uygulamanın olduğunu tüm dünyaya anlatmalıdır.
Bu, Türkiye'nin batısında da doğusunda da hakim bir uygulama olarak hayata
geçirildiğinde hem Ortadoğu'nun bu beladan kurtulması için bir yol açılacak,
hem de Türkiye, bunu uygulayan bir İslam ülkesi olarak Kuran'daki güzel ahlakı
Ortadoğu'ya göstermiş olacaktır.
PKK'lı kadınlar neler
söylüyor?
PKK'nın kadın
konusundaki tarz ve ağız değişikliğinin üzerinde durmamızın temel sebebi, terör
örgütünün bu yöndeki ikiyüzlülüğüdür. PKK, kadınlara yönelik söz konusu söylem
ve uygulamaları sadece militan ihtiyacı ve Batı'ya yaranmanın en kolay yolu
olduğu için tercih etmiştir. Gerçekte örgüt içindeki kadınların izahları, bu
söylemlerin tam tersini işaret etmektedir.
Yazar Necati Alkan,
PKK'lı pek çok kadın ile bu konu hakkında röportajlar yapmış ve önemli bir
derleme meydana getirmiştir. Bunlardan birkaç örnek şöyledir:
PKK'lı kadınlardan Zelal
kod isimli kişinin açıklamaları:
Öcalan'ı yaklaşımı ve uygulamalarından dolayı
eleştirdim. Örgüt içi demokrasiyi eleştirdim, kişilerin geriliğini
eleştirdim... Beni iki ay hapse attılar. Hapisten çıktıktan sonra 500 kişinin
olduğu bir ortamda, eğitim ortamında, Öcalan 'bana laf söylemişsin' dedi.
‘Tanrıyla öyle gelişigüzel konuşulmaz, laf söylenmez. Sen tanrıya laf atarsan
çarpılırsın.’ Kendini tanrı yerine koyuyordu yani. Örgütten ayrılmak istedim,
fakat ölümle tehdit ettiler beni. Hayatımda o kadar korkmamıştım.28
PKK'nın dönüşüm
sürecinde örgütte faaliyet yürüten Bese kod adlı kişinin açıklaması ise
şöyledir:
PKK'ye ilk katıldığımda işte dağdaydım, silahım var, o
halde ben özgürüm diye düşünüyordum. Ama ilerleyen zamanlarda gördüm ki
özgürlük bu değildi. Çünkü kendime ait bir kimliğim yoktu, kişiliğim yoktu,
düşüncelerimi istediğim gibi dile getiremiyordum, eleştiremiyordum. Örgütten
ayrılmak istediğimde, ayrılamıyordum. (Derinlemesine Mülakat, 2008)29
Leyla kod adlı kişi ise
şu açıklamaları yapmıştır:
PKK'da kadının özgürlüğü adına, sembolik ve göstermelik
düzeyde yapılanlar dışında pek bir şey yapılmadı. Yapılanlarla da kadın
özgürlüklerini biraz daha yitirdi. Çünkü kadın adına ideolojisini geliştiren,
örgütlenmesini kuran, bütün kararları alan ve uygulayan bir erkek olan
Öcalan'dı. Ben şahsen PKK'ya katılmadan önce de özgürdüm. PKK'da benim bugüne
ve yarına dair bireysel görüşüm yoktu, olamazdı da. (Derinlemesine Mülakat,
2009)30
Necati Alkan, konuyla
ilgili olarak yaptığı gözlem ve röportajları sonucunda, kitabında şu
açıklamalara yer vermiştir:
PKK tarafından 1990'lı yıllardan sonra çeşitli görev ve
roller yüklenerek kadınlar, örgütü ayakta tutan temel güç haline gelmişlerdir.
Görüşme yapılan kadınların tamamı, bu gücün örgütten ayrılması halinde
‘örgütsel yapının çökeceğini' dile getirmişlerdir. Ronahi'nin, ‘kadınlar
olmazsa, erkekleri örgütte tutamazsınız’, Beritan'ın ‘erkekler kadın için dağda
duruyorlar’, Ejin'in ‘kadınlar olmasa bir tane erkek dağda olmazdı’, Revşen'in
‘kadın örgütten ayrılsın kimseyi tutamazsınız dağda’, Pelin'in ‘kadınlar
ayrılırsa erkekler bir saniye bile dağda kalmazlar' sözleri bu bağlamda dikkate
değerdir.31
Alkan'ın analizlerine
göre PKK tarafından ilk yıllarda "özgürleştirilecek köleler" olarak
görülen kadınlar, silahlı eylemlerde yer almaya başladıkları 1990'lı yıllarda
"yoldaşlar", intihar saldırılarında kullanılmaya başlandıkları 1996
yılından sonra ise "tanrıçalar" olarak isimlendirilmişlerdir. Söylem
olarak bu kadar yüceltilmelerine rağmen, örgüt içerisindeki uygulamalarında
kadınların erkekler tarafından küçümsendikleri, eşit olarak görülmedikleri,
kendilerine değer verilmedikleri anlaşılmaktadır. Örgütün söylemleriyle
eylemleri arasındaki farklılıklardan rahatsızlık duyan, örgütün vaatleriyle
uygulamaları arasındaki çelişkileri gören pek çok kadın bu dönemde örgütten
ayrılmak istemiş, kimisi kaçmış, kimisi kaçmak üzereyken yakalanmış ve hain
ilan edilerek cezalandırılmışlardır.32
Uzun yıllar PKK'nın
içerisinde faaliyet yürüten Neval'in sözleri oldukça önemlidir:
PKK içinde kadın özgürlüğü adına yürütülen tüm çabalar,
PKK sisteminin en temel dinamiği olarak geliştirilmiştir. Öcalan'ın aslında
yaratmak istediği sistemin temel ayaklarından biri kadın çalışmasıdır. Dikkat
edin, parti tarihi boyunca Öcalan, özellikle 1990 sonrasında sistemi ve kendi
kimliğini önemli oranda kadın gücü üzerinden geliştirdi. Kadını terazisinin bir
kefesi yaparken, bundan kadından çok kendisi yararlandı. (…) Devrimcilik adına, özgürlük adına ülkesi
için, birçok baskılara maruz kalarak dağlara çıkan binlerce Kürt kadını,
Öcalan'ın sisteminin çıkarları için, ama 'özgürlük' adına organize edildi.
Öcalan'ın kadın lehine taraf olduğundan bahsedilir.
Buna bir açıklık getirmek istiyorum. Öcalan'ın bazen Önderlik prestiji gereği
bazı jestleri dışında, genel olarak kadın lehine bir savunuculuğundan
bahsedilmez. Ama bunun arkasına saklanılarak kurulan beter bir sistem ve
adaletsizlik vardı. Aslında Öcalan'ın kurduğu kendisinin dili olabilecek, kendi
iktidarını kadın üzerinden pekiştirecek bir elit kadın grubu sistemiydi.33
Örgüt içinde eleştiride
bulunan veya örgütten ayrılmak isteyen kadınların cezalandırılması ve infaz
edilmesi ise "PKK'da kadın" mantığını özetleyen bir gerçektir. Bu
konuda verilebilecek en önemli örnek, parti içi örgütlenme konularındaki
eleştirilerini Öcalan'a gönderen Semir kod adlı kadın militanın Öcalan'ın emri
ile infazıdır. Necati Alkan'a göre, Öcalan, Semir'in öldürülmesiyle,
otoritesine karşı ilk doğrudan başkaldırıyı bertaraf etmiş ve daha sonra
gelişebilecek muhalif hareketlere Semir'in şahsında gözdağı vermiştir. Semir
tek örnek olmamıştır, söz konusu anlaşmazlıkta Semir'i savunan Saime Aşkın da
öldürülmüştür. Günümüzde halen bu uygulama devam etmekte ve Öcalan'ın
uygulamalarını eleştirenler "Semir kişiliği" olarak nitelendirilerek
cezalara ve infazlara maruz kalmaktadırlar.34 PKK örgütünün korkunç infaz gerçeği, ilerleyen
sayfalarda detaylı olarak anlatılacaktır.
Kadınlar konusunda tüm
göz boyamaların aksine PKK'lı kadınların "sadece kullanılmak" üzere
yer aldıklarını fark etmiş olmaları kuşkusuz sürpriz değildir. Kadınlar,
komünist düzen içinde daima "değersiz varlıklar" olarak görülmüştür.
Dahası komünizm, geçmişte yaşandığına inanılan fakat tümüyle bir aldatmaca olan
sahte bir komünal sistemin özlemi içinde olduğundan, böyle bir sistem içinde
"kadının değeri" diye bir mevzu söz konusu dahi değildir. Özlem
duyulan komün sisteminde tüm mallar, eşyalar, gıdalar ve çocuklar konusunda
olduğu gibi kadın da ortak bir mal olarak değerlendirilir. Komünist ideoloji
özellikle günümüzde tepki çeken bir kavram olduğundan, kadınların ortak
kullanımı ifadesini açıkça dile getirmezler. Fakat zaten aile kurumunun ortadan
kalkması kaçınılmaz olarak bu sonucu beraberinde getirir ki, hedef de budur.
Evliliğin, ailenin, nikahın anlamının olmadığı bir toplum anlayışı, zaten
kadının da çocukların da malın da ortak olması sonucunu beraberinde getirir.
Her şeyin ortak paylaşım alanında sömürülmesi gereken bir meta olarak görüldüğü
bir ortamda kadının bir "değeri" olmayacağı da açıktır.
2. Emperyalizm maskesi
altında din
(Allah'ı, Kuran'ı ve
dini tenzih ederiz)
PKK'nın emperyalizm
maskesinde yer alan unsurların belki de en önemlisi dindir. 90'lı yıllara kadar
her türlü dini reddetmiş olan Leninist PKK, komünist kimliğini gizlemenin en
belirgin metotlarından biri olarak dini kullanma yoluna gitmiştir. Batılı
devletlere yaranmanın en kilit noktası, komünizmin şiddetle cephe aldığı din
konusunda farklı bir taktik izleyebilmektir. Dindarlık maskesi, işte bu yüzden
90'lı yıllardan sonra PKK tarafından oldukça etkili bir şekilde kullanılmaya
başlanmıştır.
Bu değişimin detaylarına
geçmeden önce, din konusunda PKK'nın temel bakış açısını anlamak gerekmektedir.
Çok defa hatırlattığımız
gibi PKK, komünist bir yapılanmadır. Komünizm ise, ateizm ideolojisiyle
birlikte ortaya çıkmış, tüm komünist liderler asıl olarak ateist propaganda
yapmışlardır. Zaten kurulacak muhtemel komünist devlet mutlaka din, ahlak ve
aile kavramlarını terk etmiş olmalıdır. Nitekim "Lenin 1900'de ne ise
ben de 21. yüzyıl sosyalizmini temsil ediyorum" diyen Öcalan da, 90'lı
yılların öncesinde, yani emperyalist maskeyi takmadan önce din konusundaki
düşüncelerini açıkça ifade etmiştir. Abdullah Öcalan'ın din ile ilgili sapkın
ifadelerinin bazıları şu şekildedir (Allah'ı, Kuran'ı ve dini tenzih ederiz):
Lise dönemlerinde büyük felsefik bunalımı yaşadım.
Tanrı ile savaşı verdim, bu savaştan
başarı ile çıktıktan sonra yarı Tanrı oldum.35
Tek tanrılı din ideolojileri, baştan sona siyaset
ideolojileridir. Dini söylem, Allah, peygamber ve melek gibi kavramlar dönemin siyasi literatürüdür.36
Allah bir nevi Ortaçağın
feodal manifestosudur, temel yasası ve bildirgesidir.37
Namazın kendisi de genel anlamda bir tiyatrodur.38
Kur'an-ı Kerim'le ilgili "İdeolojik kimlik
düzeyinde gerçekleştirilen, Sümer
mitolojisinin üçüncü büyük versiyonu, dönüşüm geçirmiş biçimidir”.
Bizim din ile ilişkimiz yok. Halkımız Tanrı'dan,
ideolojiden kopmalıdır. Ben çok uğraştım sonunda Tanrı'dan koptum. Tanrıyı
aştım. Böylece Abdullah Öcalan olabildim. İslam kadınımıza bir şey vermemiştir.
Bunun yerine sosyalist ahlakı koyacağız.
Tarih içindeki gelişimine baktığımızda, ALLAH tapımıyla
birliğe ve güce ulaşılmak istendiği çok açık görülmektedir. Öyle sevgili kulun cennete gitmesi gibi kavramlar,
işin fantezi kısmıdır, edebi kısmıdır.
Leninizm, başlangıçtan
itibaren Öcalan'ın ve PKK'nın ideolojisi olmuştur. Lenin ise, uyguladığı
Marksist ideoloji içinde dine bakışını şu şekilde ifade etmiştir:
Marksizm maddeciliktir… Bu hiç kuşku götürmez… Dinle savaşmalıyız. Bu, her türlü
maddeciliğin ve doğal olarak Marksizm'in ABC'sidir. Ancak Marksizm, ABC'de
donmuş kalmış maddecilik değildir. Marksizm daha ileri giderek şöyle der: Dinle nasıl savaşacağımızı bilmeliyiz, bunu
yapabilmek için de inancın ve dinin kökenini kitlelere maddeci bir biçimde
açıklamalıyız. Dinle savaş, soyut ideolojik öğütlere indirgenmemelidir.39
Marks, dini kendince,
"egemen sınıf ya da sömürgeci sınıf elinde, halkı uyuşturmak için
kullanılan bir araç" olarak nitelendirmiştir. Öcalan'ın da izlediği
ideoloji doğrultusunda dine bakışı aynı yönde olmuş ve dini, sömürgeci olarak
kabul ettiği burjuva ve devletin elinde bir araç gibi görmüştür. Nitekim
örgütün kuruluş manifestosunda "İslamiyet'in sömürgeciliğin bir ajan
kurumu olduğu, Kürtlerin içine yerleşmiş ve onlara gizliden gizliye etki eden
bir Truva Atı görünümünde olduğu" ifadeleri yer almaktadır. Truva Atı
benzetmesi, "Kürdistan Devriminin Yolu-Manifesto" adlı kitabının 1994
yılı baskısının 32. sayfasında Öcalan'ın bizzat kendi dilinden şu şekilde ifade
edilmiştir:
Kürtler, manevi alanda da yabancı işgale uğradı.
İslamlık, Kürdün beyninde ve yüreğinde milli inkarı hazırlayan ve kaleyi içten
fethetme rolü oynayan bir ‘Truva Atı' gibidir.40
Leninist bakış açısının
bir sonucu olarak PKK, proletaryanın hakimiyetinde bir sistem oluşturmayı esas
almış, proletarya hakimiyetinin de öncelikle dinsizliğin yaygınlaştırılmasıyla
mümkün olacağına inanmıştır. Nitekim Öcalan'ın bu konuda, "Kürdistan
Devrimi, Ekim devrimi ile başlayan ve ulusal kurtuluş hareketiyle gittikçe
güçlenen Dünya Proletarya Devriminin bir parçasıdır."41 ifadelerini dikkate almak gerekmektedir. PKK için
proletaryanın hakim edilmesinin en büyük yolu kuşkusuz silahlı mücadeledir. Ama
PKK içinde bu zihniyetin yerleşebilmesi için ilk şart daima dinden
uzaklaştırıcı bir eğitim olarak görülmüştür. Öcalan'ın şu sözleri bunu açıklar
niteliktedir:
Diyalektik tarihsel-materyalizm oluşmadan önce ne
proletaryanın güçlü bir eylemi gerçekleştirilebilmiş ve ne de öncü örgütü
yaratılabilmiştir. Bu anlamda da proletaryanın en büyük üstatlarının işe
felsefeden başlamaları, dini eleştirerek proletaryanın sağlam bakış açısını
ortaya çıkarmaları bir tesadüf değildir…42
Bütün bu açıklamalardan
da anlaşılabileceği gibi, Lenin de, onun izlerini takip eden Öcalan da, dinin
güzelliğini ve sıcak ruhunu, Allah'ın insanlara öğütlediği güzel ahlakı
kavrayamamışlar ve bu sebeple daima çözümün dine savaş açmak olduğunu
düşünmüşlerdir. İşte bu sebeple PKK'nın temel yöntemi daima sahte bir felsefi
eğitim vermek olmuştur. Bu felsefi eğitim, temelinde, diyalektik materyalizmi
esas almakta ve bununla birlikte din karşıtı bir söylem içermektedir. Bu eğitim
şekli PKK içinde halen devam etmektedir.
Oysa Güneydoğu için bu
çaba boşadır. Güneydoğu halkımız İslam'ın sıcak, sevecen ruhunu tam olarak
kavramış olan; İslam'ın barış, şefkat ve fedakarlık ruhunu mükemmel uygulayan
maneviyatı güçlü bir halktır. Güneydoğu halkımızın İslam'ın dışında bir yaşam
şeklini benimsemesi, Marksizm'in soğuk, ürkütücü, sevgisiz ruhunu bir hayat
şekli olarak sahiplenmesi mümkün değildir. Nitekim PKK da, kan kaybetmeye
başladığı 1990'lı yılların başlangıcında iki önemli gerçeği kabul etmek zorunda
kalmıştır: 1) Kürtler dindardır, dolayısıyla din dışı bir ideolojiye mecburiyet
veya baskı dışında tevessül etmez ve destek vermezler. 2) Radikalizmle boğuşan
Ortadoğu'da Batı'nın desteğini kazanmanın yolu ılımlı İslam söylemlerinden
geçmektedir.
Birinci madde ile ilgili
olarak siyasetçi, gazeteci ve yazar Mehmet Metiner'in açıklamaları şöyledir:
İddiam odur ki, PKK o dönemde (kuruluş yılları)
sosyalist-ateist bir ideolojik hatta yürümemiş, Kürtlerin dini inançları ve
değerleriyle doğrudan hesaplaşan bir siyaset izlememiş olsaydı, hiç kuşkusuz
çok daha geniş bir kitleyle buluşma imkanına sahip olurdu... Çünkü Kürtler
tarihleri boyunca ne dinlerinden ne de milliyetlerinden vazgeçmişlerdir.43
Kürtlerin dinlerinden
vazgeçmeyeceği gerçeği, destekçi bulamayan PKK'yı din maskesi takmaya
zorlamıştır.
İkinci madde ise,
gerçekten Batı'da PKK'nın beklediği etkiyi uyandırmıştır ya da Batı, kendi
çıkarları için buna çok inanmak istemiştir. Batılı yorumcuların bazıları,
Ortadoğu'nun radikalizm nedeniyle bir kan gölü haline gelmesini gerekçe
göstermekte ve din konusunda ılımlı sözlerle ortaya çıkan PKK gibi bir
müttefiki –komünist olduğu gerçeğini bilmeyerek veya tümüyle göz ardı ederek–
kendi normlarına oldukça uygun bulmaktadırlar. Nitekim Fransız yazar
Bernard-Henri Levy, PKK ile ilgili açıklamalarında bunu şu sözlerle açıkça izah
etmiştir:
Söz konusu bölgelerde cinsiyet eşitliği, sekülerizme ve
azınlıklara saygı ve İslam'ın modern, ılımlı ve ekümenik kavramını görmek
mümkün; ki bunlar, bölgede oldukça nadir görülebilen özellikler.44
Dikkat edilirse sayılan
üç unsur, yani kadın hakları, demokrasi ve ılımlı din anlayışı, Batı'nın daima
Ortadoğu'da özlem duyduğu unsurlardır. İşte bu kilit ve göz boyayıcı unsurlar,
PKK tarafından taktik değişiminin bir parçası olarak özenle seçilip
kullanılmış; Batı ise, stratejik öneme sahip bir coğrafyada, bu özelliklere sahip
iyi kullanılacak bir müttefikin var olduğu zannına kapılmıştır. Oysa PKK,
Batı'yı sadece aldatmaktadır.
Kürt milliyetçiliği
görünümüne uygun dindarlık kılıfı
PKK, 90'lı yılların
sonrasında kılık değiştirerek, "etnik hareketler", "yerel
unsurlar" ve "çoğunluğun altında ezilmiş kimlik bunalımı"
kozlarını sürekli gündeme getirmiştir. Bunun nedeni bu başlıklarının AB ve
ABD'nin insan hakları ajandasında yerini mutlaka buluyor olmasıdır. PKK, Kürt
kartını işte bu yüzden oynamaktadır. Kürt kartını gereği gibi oynayabilmek için
ise Kürtlerle özdeşleşen İslam'ı kendilerince kullanma safhasına geçmişlerdir.
Oysa gerçekte PKK, Kürt milliyetçiliğiyle hiçbir ilgisi olmayan komünist bir
harekettir. Nitekim örgütün geçmişten bugüne hedefinde daima Kürtler olmuş ve örgüt,
asıl olarak Kürtlere katliam uygulamıştır. Kitap genelinde zaman zaman
hatırlattığımız gibi PKK ile Kürtler arasındaki ayrımı çok iyi anlamak
gerekmektedir.
Yazar Burhan Semiz,
PKK'da halka ulaşmak adına yapılan bu kılıf değişikliğini şu sözlerle açıklamaktadır:
PKK'nın konjonktüre göre doğrudan veya dolaylı şekilde
ötekileştirdiği ve düşman olarak gördüğü üstyapı kurumlarının başında Dinözelde
İslamiyetolgusu gelmektedir. Dini ve İslamiyet'i sömürgeciliğin ajan kurumu
olarak nitelendiren PKK, toplumun bu değerine yönelik olarak kuruluş öncesi ve
sonrası süreçte karşı duruş sergilemiştir...45 PKK, bölge halkı ile yaşadığı değer
çatışmasını aşabilmek amacıyla 1990’lı yılların başlarından itibaren toplumsal
değerleri göz önünde bulundurmanın önemini kavramaya başlamış, en başta İslamiyet –dini değerler– olmak
üzere aile, kadın ve kültürel değerlere yönelik olarak söylem değişikliğine
gitmiştir.46 PKK'nın
örgütsel çerçevede istenilen düzeyde toplumsal tabana ulaşamaması ve Kürtlerin
örgüte karşı gelerek -Hizbullah, İlim, Menzil gibifarklı oluşumlara yönelim
göstermesi, 1990'lı yıllarda Öcalan'ın
İslamiyet ve din konusundaki klasik söylemlerini yeniden gözden geçirmesine ve
bu alana önem verilmesine sebebiyet vermiştir.47
Öcalan, bu kılıf içinde
radikal dindar hareketleri bile birer müttefik olarak görebileceğini açıkça
ifade etmiştir.
Özellikle dinsel hareketlerle gerçekten düzen
karşıtlarıyla dostluk uygundur. İran'a dayalı dinsel ideolojik hareketle bir
dostluk yaklaşımı içinde bulunulabilir. Bunlar, radikal bir çizgide hareket edip, Batı yanlısı rejimleri devirmeyi
amaçladığından, düşman olarak görülemezler. Özellikle kendi din
politikamızı yaşama geçirirken, bunlarla bir yarış ve dayanışma içinde
bulunmalıyız.48
Bu söylem değişikliğini
Öcalan, materyalist unsurlardan bir anda tümüyle sapmaksızın, bir alıştırma
evresi dahilinde gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bu durumu "Din Sorununa
Devrimci Yaklaşım" adı altında yeni bir stratejiyle hayata geçirmek
istemiştir. Bu başlık altında dine bakışını farklı şekillerde ifade etme
gayretine giren Öcalan, İslam hakkında daha ılımlı ifadeler kullanır olmuştur.
Dini tümüyle devre dışı bırakan geçmişteki ifadelerinin yerine -diyalektik ve
materyalist görüşlerini korumakla birlikte-, dinin kendince sosyal işlevini ön
plana çıkarmaya çalışmıştır.
Bu taktik değişimi geçen
yıllarda PKK'nın genel izahlarına daha yaygın şekilde dahil edilmiştir. Dini
söylemleriyle tanınan çeşitli siyasetçiler ve aktörler devreye sokulmuş, PKK
ile "ılımlı İslam" kavramı -Batı'yı etkileyecek şekildebirlikte
anılır olmuştur. Batı, bu aldatıcı görünüm neticesinde, Ortadoğu'da sayıları
gitgide artan radikallere karşı etkili olacak bir topluluğa kavuştuğunu
sanmıştır. Oysa gerçek bu şekilde değildir. PKK'nın İslamiyet'e yaklaşma
görünümünün sadece bir taktik olduğunu, bir dönem örgüt üyesi olan Demirkıran
şu ifadelerle açıklamaktadır:
Ben örgüte katıldığımın ertesi günü örgütün inancının
olmadığını anladım. Çünkü burada Marksist-Leninist bir yapılanma söz konusuydu.
İlk zamanlarda bu beni çok üzüyordu. Beni uzun süreler bunalıma sokmuştu. Lakin
yine de inançsız olmamı sağlamaya çalışıyorlardı. Burada herkes inkar ederken
benim inkar etmemem söz konusu olamazdı. Her ne kadar içimden inkar etmesem de
bunu dışa yansıtmama imkan yoktu. Kesinlikle hepimiz inançsızdık.49
Önceden imamlık yapan
ancak daha sonra çeşitli sebeplerle örgüte katılan 55-60 yaşlarındaki Hüseyin
isimli örgüt üyesi ile ilgili açıklamalar da dikkate değerdir:
Hüseyin amca kampa ilk geldiğinde namaz da kılıyordu.
Baktı hiç kimse namaz kılmıyor, üstelik herkes dine karşı, yavaş yavaş namaz
kılmayı bıraktı. Bunun izahını kendisine yapıyordu. ‘Şimdi savaştayız, namazı
sonra kılarız' diyordu. Bir imam, Marksist teori üzerine kurulu PKK'da dinden
böyle uzaklaşıyordu. Bizim gibiler ise, çoktan Allah'ı unutmuşlardı. 50
Kürt kardeşlerimizi ve
Batı'yı aldatmak adına din maskesi takan PKK, gerçekte halen, devletin ve
ailenin yok edildiği dinsiz bir komün sistemini hayal etmektedir. Nitekim,
ilerleyen bölümlerde kapsamlı olarak anlattığımız gibi, PKK'nın şehir
yapılanması adı altında kurduğu KCK devlet sistemi, tam olarak bu komün
sistemini tarif etmekte, bu ifade açıkça dile getirilmektedir. İşte bu nedenle,
PKK'nın dini söylemlerinin Batı'yı, hatta ülkemizde bile bazı kesimleri bu
kadar aldatabilmesi şaşırtıcıdır. Söz konusu kişiler, her türlü dini yok etmek
isteyen bir topluluğu "ılımlı dindar" olarak tanıtmakta ve din ile
yoğurulmuş Ortadoğu için adeta bir model gibi göstermeye çalışmaktadırlar.
Türk eğitim müfredatı
bilinçsizce PKK'nın ideolojisine destek veriyor
Burada dikkat çekilmesi
gereken ve devletimiz ve milletimiz açısından en sakıncalı olan gerçek, Türk
eğitim müfredatının bilinçsizce PKK'nın ideolojisine destek veriyor oluşudur.
Daha önce çok defa belirttiğimiz gibi PKK'nın temel ideolojisi olan komünizm,
Darwinizm kaynaklıdır. Darwinizm yani evrim teorisi ise, sinsi bir diktatörlük
tarafından tüm dünyaya zorla kabul ettirilmiş, ülkelerin eğitim müfredatlarına
zorla dahil edilmiş, insanlık tarihinin en büyük aldatmacasıdır. Bu aldatmaca,
özellikle 21. yüzyıl bilimi ile kesin olarak deşifre edilmiş, milyonlarca yıl
hiçbir değişim göstermemiş canlıların 500 milyondan fazla fosil örneği toprak
altından çıkarılmış ve bir proteinin tesadüfen oluşamayacağına dair moleküler
ve biyolojik deliller ortaya konmuştur. Dolayısıyla evrim teorisi bilimsel
anlamda geçersizdir. Buna rağmen Darwinist diktatörlüğün baskısı ve caydırma
politikaları nedeniyle devlet sistemleri bu aldatmacaya sahip çıkmakta, hem
okullarda hem üniversitelerde evrimi temel bir konu olarak zorunlu hale
getirmekte, ana akım medya, kendi yayın organlarını buna uygun şekilde
düzenlemektedir.
Türkiye de bu ülkelerden
biridir. Türk halkının %99'u dindar olmasına rağmen Türk eğitim müfredatında
evrim, tüm diğer ülkelerde olduğu gibi başrollerdedir. Çocuklarımız, daha küçük
yaşlardan itibaren evrimi bir gerçekmiş gibi öğrenmekte, kainatın, güçlünün
zayıfı ezmesi gereken bir mücadele alanı olduğuna inanmakta ve bilinçaltlarında
her şeyin tesadüfen var olduğu bilgisini alarak Allah inancından
uzaklaşmaktadırlar. Okullarda din derslerinde çocuklara geleneksel bir
yaklaşımla bir din bilgisi öğretilmekte, fakat çocuk, aldığı diğer bütün
derslerde Allah'ın var olmadığına dair sahte bir telkin almaktadır (Allah'ı
tenzih ederiz). Dolayısıyla bir çocuk, edindiği bu sahte altyapının etkisiyle
ileriki vadede komünizm ve faşizm gibi Darwinizm kaynaklı ideolojilerin kolayca
etkisi altında kalmakta, etki altında kalmasa da bu sapkın ideolojilere karşı
savaşacak bir ideolojik altyapı ve güce sahip olamamaktadır. İşte bu sebepledir
ki PKK, yıllardır kendi çevresine Darwinist/komünist bir eğitim verirken,
bununla mücadele etmesi gereken Türk gençleri de şaşılacak şekilde devlet
okullarında benzer bir eğitim almaktadırlar. Bunun trajik bir sonucu olarak PKK
ile hiçbir ilmi mücadele yapamamaktadırlar. Mücadele yalnızca askeri alanla
sınırlı kalmakta, o da PKK'nın kalleşçe gerçekleştirdiği gerilla terörü
nedeniyle kayıplar getirmektedir.
Oysa yıllardır defalarca
açıkladığımız gibi, PKK ile başa çıkabilmenin tek yolu ilmi mücadeledir. Bu
yapılmadığı sürece, PKK'yı tümüyle ortadan kaldırabilmek kesin olarak mümkün
değildir. Yapılan müzakerelerin, ateşkeslerin de sonuç getirmeyeceği açıktır.
Keza katil durmakta, sadece elindeki silahı geçici olarak alınmaktadır.
PKK'nın Darwinist
altyapısını daha açık örneklerle görmek gerekirse, Öcalan'ın kendisi koyu bir
evrimcidir ve PKK'nın ideolojik temeli de bunun üzerine kurulmuştur (Konuyla
ilgili detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Komünist Kürdistan Tehlikesi,
"PKK Darwinisttir" s.111). Nitekim Öcalan, kendince dinin tanımını
yaparken, "insanlaşmanın başladığı dönem" olarak kabul ettiği hayali
bir dönemi çıkış noktası olarak almıştır. Bu, Öcalan'ın zihnindeki,
primatlardan insana dönüşüm sahtekarlığının bir tezahürüdür. Öcalan'ın
kullandığı ifadeler şöyledir:
İnsan türünün
ortaya çıkmaya başladığı koşullarda, tür olarak insanlaşmanın başladığı dönemde,
ona bu niteliklerini veren yeteneklerini konuşturmaya başladığında, bir din
değerine, bir din düşüncesine, bir dini bakış açısına ulaşmak zorundaydı. Bunu
iki nedenle yapmak durumundaydı, bir yanda olağanüstü gördüğü doğa güçleri, öte
yanda ise kendi yetenekleri söz konusuydu.51
Dikkat edilirse Öcalan,
kendince bir insanlaşma dönemi tespit etmekte ve doğaüstü güçlerin ve korkuların
etkisiyle insan tarafından bir din fikrinin geliştirildiğini iddia etmektedir.
Bu garip izaha, diğer açıklamalarında da rastlamak mümkündür:
… İnsanı ele alalım ve dini anlamaya çalışırken doğa
karşısındaki zayıflığı göz önüne getirelim. O, bu zayıflığını çıplaklığını ne
ile giderecek? Şu konuda yanılmadığımıza inanıyorum: İnsanlar kendilerini hükmedenler durumuna getirmek için,
zavallılıklarından kurtulmak için, doğaya sempatik gözükmek ve doğayı anlayışlı
kılmak için ve elbette ki hepsinin de ötesinde kendilerini egemen kılmak için
din ve tanrı düşüncesine başvuruyorlar. Aslında kişinin kendisinin ‘hakim'
olmada gözü vardır. İşte bunun ön aşaması da, kendisine tanrılar yaratmaktır…
Daha da somutlaştıracak olursak; din, insan türünün doğayla karşılaşmasında ilk
girdiği düşünce ve ruhsal gelişme biçimidir.52
Aslında bu, o vakte
kadar dini tümüyle reddeden Öcalan'ın yeni taktiğidir. Hala dinsiz kimliğiyle
konuşmakta, hala PKK'nın dinsizlik stratejisini savunmakta fakat dinin
"ilk insanın" bir ihtiyacı olduğunu iddia ederek dini kendince
"kabul edilir bir kurum" olarak göstermeye çalışmaktadır. Böylelikle
aslında, "... inancın ve dinin kökenini kitlelere maddeci bir biçimde
açıklamalıyız" diyen Lenin'in dinle savaşmak için gösterdiği yöntemi
kullanmaktadır. Dini kendince sosyolojik olarak açıklayan fakat tümüyle
reddetmeyen görünümü ile ortaya çıkmakta ve dindar Kürt halkı üzerinde etki
uyandırmaya çalışmaktadır. Öcalan'ın konuyla ilgili diğer sözü şöyledir:
Din bütün
zayıflıkları kapatmada, korkularını, endişelerini, acılarını gidermede
insanoğlu için bir ilaçtır. Hem de gereklidir. İlk insan neden bilimsel
gerçeklere ulaşmadı, neden yanılgılara, saplantılara kapıldı denilemez. Çünkü o
günün koşullarında bundan farklı davranamazdı. O halde, ilk insanın gerçeğini
daha iyi anlamak gereklidir. 53
Açıkça görülebildiği
gibi Öcalan, doğanın ve tarihin bir diyalektik içinde geliştiğine dair sahte
evrimci anlayışı dine de empoze etmeye çalışmakta ve dinin bir diyalektik
içinde var olduğunu iddia etmektedir. Buna göre dini, korkulardan kaynaklanan
bir gereksinim olarak açıklamakta ve zaman içinde evrim geçirdiği yanılgısını
ortaya atmaktadır. Öcalan kendince, "ilkel komünal toplumda Tanrı ve
doğa ekseninde bir din algısının hakim olduğu, bunun yanı sıra feodal topluma
geçişle birlikte dinin evrim geçirmeye başladığı ve tek Tanrılı dinlerin sosyal
zeminini hazırladığı"54 gibi
ürkütücü bir mantığı savunmaktadır. Bu ifadelerin toplumun bir kesiminde etki
uyandırması o kadar da şaşırtıcı değildir. Çünkü Türkiye okullarındaki
müfredatta din, Sosyoloji dersinde tam olarak bu şekilde tanımlanmaktadır:
Genel olarak din, insanların anlayamadıkları,
karşısında güçsüz kaldıkları doğa ve toplum olaylarını, tasarladıkları
doğaüstü, gizemsel nitelikli güçlerle açıklamaya yönelmedir.
55
Yüce Rabbimiz'in bir hak
ve yol gösterici olarak Kendi Katından gönderdiği dinin, kendi okullarımızda,
insanların "doğa ve toplumsal olayların korkusundan kaçınmak için
sığındıkları ve 'kendi ürettikleri' bir kavram" olarak açıklanması dehşet
verici bir durumdur. Bu durum, sadece PKK'nın zihniyetine hizmet etmekle
kalmamakta, içten içe dinsiz toplumların da yetişmesine zemin hazırlamaktadır.
Allah korkusu olmayan ve bunun yerine doğada güçlünün zayıfı ezdiği bir
mücadelenin şart olduğuna inanan toplumlar içinde ise sevgisizlik, şiddet ve
nefretin kol gezeceği açıktır. Nitekim günümüzde, toplum içinde vahşi
katliamların, kadın cinayetlerinin, kavga ve psikopatlıkların gitgide artıyor
olması hiç de şaşırtıcı değildir. Okullarda öğrenciler evrim dayanaklı dersler
nedeniyle doğrudan "Allah yoktur" telkini almakta (Allah'ı tenzih
ederiz) ve şiddeti doğanın bir kanunu olarak algılamaktadırlar. Allah korkusu
olmadığı müddetçe, şiddete eğilimli insanları ne kanunlar ne de caydırıcı
önlemler durdurabilmektedir.
Yine Türk okullarının
müfredatında yer alan Felsefe dersi okul kitaplarında geçen ifadeler şu
şekildedir:
... insan, özgür ve güçlüdür. Onun Tanrı tarafından
önceden belirlenen bir özü yoktur... Varoluşsal varlık, hiçbir şeyden gelmez.
Çünkü kendisi dışında hiçbir şey yoktur. Eğer Tanrı var olsaydı var oluş ve
özgürlük olmayacaktı. O hâlde...
... Tanrı, dünyadaki kötülükleri önlemek istiyor da
gücü yetmiyorsa güçsüzdür. Tanrı'nın kötülükleri önlemeye gücü yetiyor da
önlemek istemiyorsa kötü niyetlidir...56 (Allah'ı
tenzih ederiz)
Bu dehşetli ifadeler
doğrudan Allah'ın varlığını reddetmek üzerine bilinçaltı telkini amacıyla
kullanılmaktadır. Bu açıklamaları okuyan bir çocuk, akademik bir eserden gelen
bir bilginin doğru olduğuna inanacak ve doğrudan dinsiz yetişecektir. Oysa
gerçekte, ezeli ve ebedi olan Allah'tır ve kainatta var oluş Allah'ın izniyle
gerçekleşmiştir; tüm kainatın ve içindekilerin mutlaka başı ve sonu vardır.
Evrenin, insanın ve tüm canlıların yaratılmış oldukları genetik, astronomi, fizik,
kuantum fiziği, biyoloji, paleontoloji gibi bilimin sayısız dalı tarafından
ispat edilmiştir. Allah'ın varlığı özgürlüğün, adaletin, mutluluğun ve huzurun
güvencesidir. Gerçek kötülük ve mutsuzluk ise, evrimcilerin ve materyalistlerin
iddia ettiği gibi tesadüfler sonucu oluşan ve sürekli çelişki içinde ilerleyen
hayali dünyanın özelliğidir.
Ayrıca tarihin ve
doğanın diyalektiği ile ilgili geçmişten bu yana süregelen açıklamalar, evrim
sahtekarlığını dünyaya yaygınlaştırmak için uydurulmuş sahte felsefelerdir. Ne
tarihte ne de doğada hiçbir şey ilkelden gelişmişe bir değişim göstermemiş,
tarihte hiçbir zaman bir "taş devri" var olmamış, canlılar bir
bakteriden türememişlerdir. Geçmiş toplumların bazıları, kimi zaman
günümüzdekinden bile daha gelişmiş örnekler sunan olağanüstü medeniyetlerdir.
(Detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Evrim Aldatmacası ve Harun Yahya, Tarihi
bir yalan: Kabataş Devri) Dolayısıyla Öcalan'ın ve diğer tüm Darwinistlerin
dine empoze etmeye çalıştıkları diyalektik, sadece bir aldatmacadır. Fakat bu
aldatmaca, ortaöğretim kitaplarında pervasızca okutulmaktadır.
Görüldüğü gibi
teröristler dağda, öğrencilerimiz ise okullarda aldatılmaktadırlar. Bu
aldatmaca sona ermeden, Türkiye sınırları içinde PKK'ya ve onun ideolojisine
yönelik gerçek bir ilmi mücadelenin gerçekleşebilmesi zordur. Çok defa
belirttiğimiz gibi PKK'nın asıl sorunu ve asıl hedef alınması gereken bela
kaynağı ideolojisidir. İdeolojik mücadele için altyapının olmaması, gençlerin
bu altyapıdan tümüyle yoksun halde, büyük bir aldatmacanın esiri olmuş şekilde
yetişmeleri, Türkiye'yi büyük felaketlere sürükleyebilir.
OKUL DERS KİTAPLARINDAKİ
EVRİM VE DİNSİZLİK PROPAGANDALARINDAN BAZI ÖRNEKLER
(2013-14 eğitim
müfredatına göre)
ORTAÖĞRETİM 12. SINIF
BİYOLOJİ KİTABI
"Bu öğretim yılında; "HAYATIN BAŞLANGICI VE
EVRİM ÜNİTESİNDE yaşamın ilk ortaya çıkışı ve canlılardaki değişim hakkında
bilgi kazanmanız...”
Fosillerden bize yeryüzünde canlıların nasıl ortaya
çıktığı, yeryüzünde nerelere ve nasıl yayıldığı, yayılırken ne gibi değişimler
geçirdiği konusunda ipuçları sunmaktadır. Fosillerin ve birçok bilim
dalının araştırmalarından elde edilen bilgiler yardımıyla hayatın başlangıcı ve
evrim anlaşılmaya çalışılmaktadır. (s. 199)
Canlıların başlangıçtaki durumlarından günümüzdeki
çeşitliliğin ortaya çıkmasına kadar geçirdiği değişimlerin tümü evrim olarak
tanımlanır. (s. 204)
Paleontolojik çalışmalar sonucunda bu tabakalar
arasında birbirinden farklı fosillerin bulunduğu ve tabakaların yaşı arttıkça
burada bulunan fosillerin günümüzdeki canlılara daha az benzediği
gözlemlenmiştir. Fosillerin araştırılması ile elde edilen sonuçlar günümüzden
milyonlarca yıl önce yaşamış bazı türlerin zamanla değiştiğini veya yok
olduğunu göstermiştir. (s. 204)
Bu nedenle bir türün geçirdiği evrimsel sürecin
belirlenmesi, türler arası benzerliklerin gözlemlenmesine ve bu türe
benzerlik gösteren fosillerin incelenmesine dayanır. (s. 205)
Lamarck'ın Görüşleri (s. 205)
Darwin'in Görüşleri (s. 206)
Fosiller evrimin en güçlü kanıtlarıdır. (s. 207)
Fosiller eski çağlarda yaşamış canlılarla günümüzde var
olan canlılar arasındaki benzerlik ve farklılıkları kıyaslamayı sağlar ve
canlılarda ne gibi değişimlerin olduğunu gösterir. (s. 207)
Canlıların Embriyolojik, Biyokimyasal, Anotomik,
Genetik Yapılarındaki Benzerlik ve Farklılıkların Evrimsel İlişkisi (s.
208-209)
Doğadaki Değişiklikler Evrimi Nasıl Etkiler? (s.
210)
1. Evrimin açıklamasında embriyolojinin, genetiğin ve
biyokimyanın katkıları nelerdir?
2. Fosiller evrimin anlaşılmasına nasıl katkıda
bulunur?
4. Evrimin teorisine göre canlılardaki değişmelerin
uzun zamanda ve yavaş yavaş gerçekleşmesi bu konuda araştırma yapan biyologlar
için ne gibi sorunlar çıkarır?
5. İnsan nüfusunun artması sonucu doğada meydana gelen
olumsuz etkiler nelerdir? Bunlar evrim sürecini ve yaşamı nasıl etkiler?
(s. 211)
ORTAÖĞRETİM 9. SINIF
BİYOLOJİ KİTABI
İlkel ökaryot... Bir hücreden çok hücreye... Tek
hücrelilerden çok hücrelilere geçiş olarak kabul edilen Volvox... (s. 91)
Ancak yaşam denizlerde başlamış ve yakın zamanda
(jeolojik devir olarak yaklaşık 500 milyon yıl önce) karalara geçmiştir. (s.
107)
İLKÖĞRETİM FEN VE
TEKNOLOJİ DERS KİTABI 6
Atın Evrimi... Atın atası beş parmaklı ve köpek
büyüklüğünde bir canlı idi. (s. 232)
ORTAÖĞRETİM 10. SINIF
BİYOLOJİ KİTABI
Bu durum, su altının farklı koşullarında yaşamda kalmak
için geliştirilen evrimsel bir uyumdur. (s. 150)
Evrimsel adaptasyonu ise popülasyondaki genetik çeşitlilik sağlar. (s. 18)
Bu soruya, amfibilerin, kuşların ve memelilerin
evrimi göz önüne alınarak cevap bulunabilir. (s. 47)
Bu gruplar evrimsel süreçte birbirlerinden ayrılmaya
başladıklarında... (s. 47)
Onların evrimsel süreçleri boyunca sıtmaya hiç
yakalanmamış olduklarından dolayı... (s. 126)
İLKÖĞRETİM FEN VE
TEKNOLOJİ DERS KİTABI 8
Adaptasyon ve
evrim: ... Biyolojik çeşitliliğin ortaya çıkmasında canlıların evrimleşme sürecinin bir göstergesidir.
Siz de adaptasyonların biyolojik
çeşitliliğe ve evrime sağladığı katkılara örnekler veriniz. (s. 38-40)
Canlıların çevresel değişimlere karşı sağladıkları
adaptasyonların biyolojik çeşitliliğe ve evrime katkıda bulunabileceğine
örnekler verdik. (s. 42)
ORTAÖĞRETİM PSİKOLOJİ
DERS KİTABI
Zooloji: Hayvanlardaki embriyonik gelişimi, beslenme,
sağlık, davranış, kalıtım ve evrimi, diğer canlılarla etkileşim ve
iletişim konularını inceler. (s. 27)
GÜZEL SANATLAR VE SPOR
LİSELERİ MÜZE EĞİTİMİ -12
İnsan evriminin bilinmeyen noktalarını ortaya
çıkarması, özellikle de uzak atalarımıza ait fosil kalıntıları, öğütücüler,
kişisel eşyalar, meşaleler, ayak izleri, hayvan kemikleri, testiler, çanaklar
ve seramik kapları barındırmasıyla mağaralar, arkeoloji ve antropolojiye geniş
bir araştırma imkânı sunar. (s. 56)
Sanat, insanlık tarihinin her döneminde var olan bir
olgudur. İnsanlığın geçirdiği evrim, insanların yaşama biçimlerini ve yaşama
bakışlarını değiştirmiş... (s. 58)
ORTAÖĞRETİM ASTRONOMİ VE
UZAY BİLİMLER DERS KİTABI
Yıldızların Evrimi, Yıldızların Evrim Aşamaları (s. 63)
Bu kısımda, bir yıldızın evrimini, önemli evrelerini
dikkate alarak inceleyeceğiz. (s. 63)
FELSEFE DERS KİTABI
(Allah'ı tenzih ederiz)
... insan, özgür ve güçlüdür. Onun Tanrı tarafından
önceden belirlenen bir özü yoktur... Varoluşsal varlık, hiçbir şeyden gelmez. Çünkü
kendisi dışında hiçbir şey yoktur. Eğer Tanrı var olsaydı var oluş ve özgürlük
olmayacaktı. O halde... (s. 171)
... Tanrı, dünyadaki kötülükleri önlemek istiyor da
gücü yetmiyorsa güçsüzdür. Tanrı'nın kötülükleri önlemeye gücü yetiyor da
önlemek istemiyorsa kötü niyetlidir... (s. 171)
SOSYOLOJİ DERS KİTABI
(Allah'ı tenzih ederiz)
Genel olarak din, insanların anlayamadıkları,
karşısında güçsüz kaldıkları doğa ve toplum olaylarını, tasarladıkları
doğaüstü, gizemsel nitelikli güçlerle açıklamaya yönelmedir. (s. 96)
3. Emperyalizm maskesi
altında demokrasi ve devlet
15 Ağustos 1984'de Eruh
ve Şemdinli'ye yaptığı saldırılardan sonra "Bağımsız Birleşik Sosyalist
Kürdistan" hedefini ilan eden PKK, Maoist bir halk savaşı ile Türk
ordusunu Güneydoğu'dan çıkarmak amacını resmi olarak ilan etmiştir. 1990'ların
ilk dönemlerine kadar bu hedef izlenmeye devam etmiş ve Öcalan 50 bin kişilik
bir orduya ulaşacaklarını açıklamıştır.57
PKK örgüt manifestosunda
en büyük hedeflerden biri sınıfsız bir toplum yaratmak olarak geçmekte ve
komünist bir Kürdistan oluşturmak için savaş çağrısı yapılmaktadır. Daha önce
de belirttiğimiz gibi, PKK programının 'Kürdistan Devriminin Görevleri'
başlıklı bölümünde, sömürgeci devlet olarak nitelendirilen Türkiye
Cumhuriyeti'nin sunacağı her türlü çözüm arayışlarını (bölgesel özerklik gibi)
reddetmeyi ifade eden bir madde yer almaktadır. Bu reddedişteki amaç, sömürge
devleti olarak kabul edilmiş olan Türkiye'nin mutlaka parçalanması gerektiği
düşüncesidir.58
Dolayısıyla PKK, kuruluş
amacı gereği de hiçbir zaman demokratik bir çözüm arayışı içinde olmamıştır.
Komünist ideoloji demokratik
bir zemin altında uzlaşı metodu ile toprak veya hak elde etmeyi değil, bütün
bunları doğrudan silahlı mücadele yoluyla elde etmeyi esas alır. Devlet
yapısının reddedildiği ve devlete ait olan her şeyin düşman olarak görüldüğü
böyle bir anlayışta, anarşi tek ve meşru yöntem olarak görülmekte ve düzenin
değiştirilmesi adına, masum insanların dahi katledilmeleri gayet doğal
karşılanmaktadır. Dolayısıyla komünist terör örgütleri için demokrasi kesin
olarak kabul edilemez bir kavramdır.
Manifestolarında Maoist
bir savaş ile Türk devletini tümüyle yıkmak istediğini açıkça belirten ve
yaklaşık 40 yıl boyunca terör dışında hiçbir yöntem bilmeyen ve komünizmin
gereği olarak demokrasi ve devlet kavramlarına tümüyle savaş açmış olan PKK,
emperyalist maskenin bir "zorunluluğu" olarak zaman içinde farklı bir
söylem geliştirmeye başlamıştır. 50 bin kişilik orduyla Türkiye Cumhuriyeti'ni
yıkma fikri, zaman içinde çeşitli manevralarla değişim geçirerek Türkiye
Cumhuriyeti'nin mutlak varlığı söylemine kadar gelmiştir.
Bunun başlıca nedenleri:
* Kahpe bir gerilla mücadelesi yöntemi izlemesine rağmen
PKK'nın, Türk ordusu karşısında sürekli ağır darbeler alması, buna karşın
taraftar toplamada güçlükler çekmesidir.
* Öcalan'ın, yakalanmasının hemen akabinde "Devletimin emrindeyim"
sözleri bu mecburi değişimin aslında net ifadesidir. Burada Öcalan, devleti
muhatap alıp devlet ile müzakere yoluna gidileceğine dair ilk açıklamalarını
yapmış, mahkemeleri sırasında da bunu yinelemiştir. Elbette Öcalan'ın
yakalanması ve sonrasında gelişen olayların, hedefteki Büyük Kürdistan adına,
kapsamlı bir Batı derin devlet planı olduğu da aşikardır. Dolayısıyla zaten
belirlenmiş bu plan dahilinde, Öcalan, Batı'nın belirlediği şekilde söylem
geliştirmiş ve Türk devletini kerhen kabul eder hale gelmiştir.
* Silahlı mücadelenin sonuç vermeyeceği noktada izlenmeye
başlayan bu emperyalist politika, zaman içinde Güneydoğu'yu içten içe ele
geçirme çabasına dönüşmüştür. İlk olarak Türkiye hükümetini müzakereye zorlama
düşüncesi ile yola çıkılmış, bunu sağlamak için de tepki toplayacak Marksist
söylemler yerine demokrasi söylemine ağırlık verilmeye başlanmıştır.
* Geçmişte demokrasi kelimesine aşırı tepki gösteren BDP/HDP
yöneticileri, birdenbire demokrasinin en büyük savunucuları haline gelmiştir.
Nitekim Sırrı Süreyya Önder'in, katıldığı bir programda "PKK çok
demokratik bir yapı, bu sözlerim birçok izleyiciyi yerinden hoplatacak ama bu
böyle"59 ifadelerini
kullanması dikkat çekicidir. 40 yıl boyunca kahpece gerilla mücadelesi verip,
tüm demokrasi ilkelerini ezerek çocuk, kadın demeden katliam yapmış bir terör
örgütünün demokratik olduğunun bu kadar umarsızca ifade edilmesi, nasıl bir
oyun oynandığını açıkça gözler önüne sermektedir.
* PKK, demokrasi söyleminin özellikle ABD ve AB'den oldukça
güçlü bir destek alacağını kuşkusuz bilmektedir. Nitekim böyle de olmaktadır.
Türkiye'deki PKK terörünü, "kimlik bunalımındaki bir Kürt hareketi"
olarak tanımlayan bazı naif Batılılar, demokrasi söylemlerinin etkisine anında
girmekte ve bunun büyüsüyle Türkiye'deki kanlı terör gerçeğini bir anda tümüyle
unutmaktadırlar. PKK, Batı'nın demokrasi hassasiyetini kendince ustalıkla
kullanmaktadır.
Bu sebepler ışığında
demokrasi kelimesini sıklıkla dillendirmeye başlayan örgüt, ismini de Kasım
2003 tarihinden itibaren Kongra Gel olarak değiştirecek ve sonraki hedefini de,
"Kürt sorununun çözümü temelinde ayrı bir devlet kurmayı hedeflemeden,
doğrudan demokrasinin egemen olduğu demokratik ekolojik toplum inşa etmek"
olarak belirleyecektir.60 Bunun bir
tezahürü olarak da hedef, zaman içinde bağımsız özerk Kürdistan'dan kantona,
kantondan demokratik özerklik söylemine kadar gitmiş, şimdi ise Türkiye
Cumhuriyeti'nin bütünlüğü içinde bir Kürdistan konuşulur olmuştur.
Oysa ki buradaki hedef
hiçbir zaman demokrasi veya demokratik bir ülke içinde demokratik bir özerklik
olmamıştır. Hedef, demokrasi kavramını kullanarak kaleyi içten fethetmektir.
Koparıp alamadıkları Güneydoğu'yu yerel yönetimler vesilesiyle hakimiyet altına
alacak, bu arada bağlı oldukları Türkiye Cumhuriyeti'nin bütünlüğünü savunacak,
aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti'nin gelirinden, Avrupa nezdindeki haklarından,
ordusundan, eğitiminden, kaynaklarından olabildiğince faydalanacak ve bu
kaynaklar yoluyla güçlenip tek başına hareket eder hale geleceklerdir. Bunu
sağlamak için, ilk başlarda hazır ve güçlü bir devletin himayesinde olmak
elbette işlerine gelmektedir. Adeta Türk ordusunu kullanarak kendilerine alan
hakimiyeti kurmayı hedeflemektedirler. Bütün bunları yaparken geçici bir süre
için bir kenarda Türk bayrağının dalgalanmasına da itiraz etmeyeceklerdir.
Bunu sadece Kürdistan
söylemleri üzerinden yapmak da göze oldukça batacağı için farklı bir taktik
geliştirmiş, Türkiye'yi 25-26 özerk bölgeye bölmeyi planlamışlardır. PKK'nın,
Öcalan'ın ve HDP gibi partilerin bir süredir dillerinden düşürmedikleri plan
budur. Buna göre her bölge kendi içinde özerk hale gelecek ve böylelikle
bağımsız bir Kürdistan'ın oluşması da o kadar göze batmayacaktır.
Bütün bu planı
Diyarbakır Belediye Eski Başkanı Osman Baydemir'in 2010 Temmuz'undaki
konuşmasında açıkça görmek mümkündür:
Demokratik müreffeh bir Türkiye nasıl olacak? Özerk
Doğu Karadeniz olacak, Özerk Orta Karadeniz olacak, aynı zamanda Özerk
Kürdistan olacak... Demokratik Özerklik projesinde TBMM var, olmaya da kesinlikle
devam edecek. Buna hiçbir itiraz yok.
Türk Bayrağı Türkiye'de dalgalanmaya devam edecek, buna da hiçbir itirazımız
yok. Ama bununla birlikte, her bölgede bölgesel parlamento olacaktır. Bu
bölgesel parlamentolardan bir tanesi de Kürdistan
Bölgesel Parlamentosu olacak. Türk Bayrağı'nın yanında, Türkiye bayrağının
yanında, benim dedelerimin, hepimizin dedelerinin de katkısı ile, ödemiş olduğu
bedelle elde edilen ve şu an asılan bayrağın yanında elbette ki Kürt halkının
da yerel renkleri, bayrağı da gökyüzünde olacaktır. Belediye binamızın önünde ay yıldızlı Türk Bayrağımızla sarı, kırmızı,
yeşil bayrağımız dalgalansa ne olur?61 (Milliyet, 01.08.2010)
Yapılan bu
açıklamalardaki ikna yöntemine dikkat çekmek gerekmektedir. Baydemir, bu
ifadelerle alttan alta TBMM'nin varlığına ve Türk Bayrağı'nın dalgalanmasına
kendince "izin vermiş" ve aslında temel niyetini açıkça ortaya
koymuştur. Bu, son dönemlerde neredeyse bütün HDP yöneticilerinin kullandığı
bir üslup halini almış, bu vatanın bölünmezliğinin ifadesi olan Ay-yıldızlı
bayrağımız için "sorun değil, bir kenarda dalgalansa da olur" gibi
pervasız bir üslup geliştirilmiştir.
Burada şunu belirtmek
gerekir; Osman Baydemir dahil olmak üzere, BDP-HDP temsilcilerinin bir kısmı bu
üslubu art niyetli olmaksızın veya baskı altında kullanıyor olabilirler. Fakat
konuya PKK'nın hedefleri üzerinden bakıldığında, demokratik özerklik, kanton,
otonomi gibi söylemlerle alttan alta Güneydoğu'da bir Kürt devleti planlarının
yapıldığı açıktır. Bu planın, Türk devletinin parası, imkanları ve askeri ile
gerçekleştirilmesi gibi bir hedefi olduğu da görülmektedir. Nitekim geçtiğimiz
son birkaç yılda PKK'nın doğrudan Türk devleti ile bir "müzakere"
içine girmiş olması, gerilla mücadelesi ile elde edilemeyenin, böylesine sinsi
bir yolla elde edilmesi amaçlıdır ve epeyce bir yol alınmış gibi görünmektedir.
Bu konuya ilerleyen satırlarda detaylı olarak değinilecektir.
4. BÖLÜM
BATI’DA PKK ALGISI
PKK, çeşitli kılıklar ve
söylemler değiştirerek Batı'nın gözüne girmeye çalışırken elbette Batı'da
PKK'ya yönelik bir algı gelişmesi de gecikmemiştir. Yıllardır komünizme karşı
amansız bir mücadele veren, bunun için Sovyetler Birliği ile sonuçları çok
büyük olan bir soğuk savaşın içine bile giren, Vietnam'da, Kore'de savaşan ABD
ve onu destekleyen Batılı güçler, komünist terörist kimliği nedeniyle PKK'yı
terör örgütleri listesine dahil etmişlerdi. Gerçi elbette, PKK'nın yıllar
boyunca Avrupa devletlerinin bir kısmı tarafından desteklendiği, o ülkelerde
örgütlendiği bilinen bir gerçektir. Örgütün, yıllar süren mücadeleye rağmen
tamamen ortadan kaldırılamamasının en önemli sebeplerinden bir tanesi kuşkusuz
aldığı dış destek olmuştur. PKK bu nedenle, yurt içinde gerçekleştiremediği bir
kısım faaliyetleri yurt dışında rahatlıkla gerçekleştirebilecek ortam
bulabilmiştir. Örneğin çeşitli televizyon ve radyo kanalları vasıtasıyla
örgütün propagandası kolaylıkla yapılabilmiş, örgüt yöneticilerinin yazıları
çeşitli dergilerde yer almış, paravan şirketler vasıtasıyla örgütün finans
kaynakları oluşturulabilmiştir. Yurt dışındaki Marksist parti, dernek ve
kurumların bu konuda çabaları ciddi boyutlardadır.
Fakat yine de, özellikle
ABD ve diğer komünizm karşıtı ülkeler, kağıt üzerinde de olsa PKK'nın Marksist
kimliğine büyük ölçüde karşı koymuşlardır. Önceki satırlarda da belirttiğimiz
gibi Batı ülkelerinin bu karşıtlığı zaman içinde PKK'nın işine gelmemiş, PKK
içinde söylem ve görünüm değişikliği bundan sonra kendisini göstermiştir.
Gerçekten de, büyük ölçüde ABD'nin gözüne girme hedefi taşıyan emperyalizm maskesi,
PKK'nın tıkanan yollarını büyük ölçüde açmıştır. Şu anda ABD'li ve Avrupalı
yazarların arasından "PKK'yı terör listesinden çıkarmayı" önerecek
kadar pervasız kimselerin çıkması boşuna değildir. Burada sorulması gereken
soru ise şudur: ABD, gerçekten bu maskeye inanmış mıdır?
ABD yönetimi ve derin
devleti içinde bu maskeye inananlar olabileceği gibi gerçekte bu maske pek
çoklarının işine gelmiştir. Öyle ki, PKK'nın kimlik değişiminde dahi söz konusu
derin devletin rolü olması kuvvetle muhtemeldir. Dolayısıyla özellikle Batı'nın
PKK'ya bakış açısını iki yönden değerlendirmek gerekmektedir:
1. PKK'yı kullanmak
isteyenler
2. PKK'nın tuzağına
düşenler
1. PKK'yı Kullanmak İsteyenler
Batı derin devletlerinin
bir kısım şahin kanadı, Ortadoğu'daki tüm aktörlerden, onların gelişim
stratejileri ve hedeflerinden haberdardırlar. Kitabın başında anlattığımız
özellikle Evanjelik yeni muhafazakar kanadın belli bir kesimini oluşturan bu
kişiler, kuşkusuz ki PKK'nın Marksist özünden hiçbir şekilde kopmadığını, örgütün
hedefinin dört ülke üzerinde oluşturacakları bir Komünist Kürdistan ile
komünist dünya devletine ulaşmak olduğunu, bu hedef dahilinde ABD'ye yönelik
sadece rol yapıldığını ve asıl amacın bütün komünist ülke ve örgütlerle bir
araya gelip emperyalizmi yok etme düşüncesi olduğunu bilmektedirler. Bu gerçeğe
rağmen, Amerika destekçisi, demokratik bir Kürdistan oluşturmak için PKK'yı
kullanmaktadırlar. Çünkü onlar için, Amerika yanlısı bir demokratik
Kürdistan'ın kağıt üzerinde oluşmasından hemen sonra ilk harcanacak örgüt PKK
olacaktır. Söz konusu kesim, PKK'ya verdikleri yardım ve desteğin kesilmesi ve
yönetimin doğrudan ABD'nin eline geçmesinin ardından bölgede PKK'nın hiçbir
şekilde hakimiyeti kalmayacağına inanmakta ve örgütü kolayca saf dışı
edebileceklerini düşünmektedirler.
Bu noktada, söz konusu
Neocon kesimin çok büyük sonuçlara mal olacak bir yanılgısı vardır. Yanılgı,
komünizm tehdidinin boyutlarını fark edememekten kaynaklanmaktadır. Şu bir
gerçektir ki, PKK, Amerika'nın desteğini alıp bölgede kendi planlarına uygun
bir Komünist Kürdistan kurduktan sonra, yıllar boyunca alttan alta bağlantıda
olduğu komünist örgüt ve ülkelerin de desteği ile güçlü bir bölge hakimiyetine
geçiş yapacaktır. Bunun için Avrupa komünist örgüt ve partilerinden de destek alacak,
yaygınlaşma politikasını ciddi şekilde artırabilecektir. Komünizm, ideolojik
bir sistem olduğu için ideolojik altyapı ve destekçilerini daima bulacaktır.
İşte bu altyapı vesilesi ile, ABD'ye karşı komünist bir birlik olarak ortaya
çıkmaları mümkün olabilecektir. ABD, hedefine ulaşmak için PKK'yı kullanma
peşinde iken, aslında PKK ABD'yi kullanmış olacaktır. İşte o zaman ABD'nin söz
konusu kesimi, karşı olduklarını iddia ettikleri komünizmi kendi elleriyle
beslemiş ve dünyaya hakim olmaya hazırlanan bir komünist ülkeyi kendi elleriyle
inşa etmiş olacaklardır.
2. PKK'nın Tuzağına Düşenler
Batı'da, demokratik bir
Kürdistan oluşturmanın en kolay yolunun PKK'ya destek vermek olduğunu zanneden
ve daha da vahimi PKK'yı bir Kürt etnik hareketi olarak tanımlayan, PKK'nın
ciddi şekilde tuzağına düşmüş bir kesim olduğu da bir gerçektir. Bu propaganda,
daha çok PKK'nın bir parçası olan Suriye'deki PYD üzerinden yapılmaktadır.
Çünkü PYD, PKK gibi çeşitli ülkelerin terör listelerinde değildir ve PYD
üzerinden yapılan spekülasyonlar bu nedenle kolaylaşmıştır. Bu konu ilerleyen
satırlarda daha detaylı incelenecektir. Şimdi, Batı'nın, PKK'nın gerçek yüzünü
gerek bilerek gerekse bilmeyerek verdiği desteğin boyutlarını inceleyelim.
Batı'nın Kobani Hassasiyeti
Kürdistan planlarının
somut anlamda başlangıç noktası olan I. Dünya Savaşı sonrasından günümüze
geldiğimizde, elbette artık NATO, BM gibi uluslararası ittifaklar nedeniyle
Ortadoğu'daki planlar geçmişteki kadar aleni dile getirilmemektedir.
Sykes-Picot gibi gizli anlaşmalar veya Sevr gibi ürkütücü mutabakatlar belki
günümüzde yoktur; fakat uygulanmak istenen plan aynıdır.
Söz konusu plan
dahilinde, mevcut Kürt bölgelerine olan Batı hassasiyetini aslında yakın
zamanda tüm çıplaklığıyla bir kez daha görmek mümkün olmuştur. 2011'de başlayan
Arap Baharı protestolarının özellikle Suriye'yi derinden vurup yıkıma
götürdüğünü biliyoruz. Temelde beş ayrı bölüme ayrılmış olan ve hala
parçalanmakta olan Suriye toprakları üzerinde güçlenen IŞİD (Irak Şam İslam
Devleti veya yeni adıyla İslam Devleti), hem Irak hem de Suriye'de temel
stratejik bölgeleri tümüyle ele geçirdi. İlginçtir ki IŞİD, Suriye'de Rakka,
Deyr ez Zor gibi hem petrol hem de sınır açısından stratejik bölgeleri ele
geçirirken; Irak'ta Felluce, Ramadi, Tikrit ve Musul'u tümüyle işgal edip
Türkmen bölgeleri Tuzhurmatu ve Beylice'yi hakimiyeti altına almışken; Anbar
vilayetinde ilerlemesini sürdürüp, başkent Bağdat'a oldukça yaklaşmışken sesini
çıkarmayan Batı, IŞİD'in mevcut planlarını değiştirip Kürt bölgelerini hedeflemeye
başlamasıyla birlikte hemen harekete geçmiştir. Ortadoğu'daki neredeyse tüm
işgallere ciddi anlamda kayıtsız kalan Batı, Irak'ta Kürt bölgesine yönelik bir
atak sezildiğinde, hiç tereddüt etmeden bu bölgelerin korunması için bir
koalisyon gücü hazırlamıştır.
İkinci ve asıl
hareketlenme ise IŞİD'in Suriye'deki Kürt kantonu Kobani'ye yönelik
saldırısında gerçekleşmiştir.
Hatırlanacağı gibi IŞİD,
Kobani kantonunda, sivillerin geçişine izin verdikten sonra, o bölgenin
kontrolünü elinde bulunduran PYD'ye yönelik bir gerilla operasyonu başlatmıştı.
Koalisyon güçleri tereddütsüz ve oldukça seri bir biçimde PYD'nin (PKK terör
örgütünün Suriye kolu) yanında yer aldı ve işgal altındaki bölgeleri
bombalamaya ve PYD'nin silahlı gücü olan YPG'ye silah yardımı yapmaya başladı.
Bu arada bütün Batı basını ağız birliği etmişçesine Kobani'yi gündem yapmakta,
dünyada görülmemiş bir felaket yaşandığı izlenimi vermekte, ana akım TV
kanalları neredeyse sadece bu konuyu dile getirmekteydi. Sosyal medyada,
benzerine az rastlanır bir Kobani'ye destek kampanyası başlatıldı. Sanki
IŞİD'in ele geçirdiği topraklar sadece bu küçük kasabadan ibaretmiş gibi
olağanüstü bir uluslararası ayaklanma başlatıldı. Oysa bütün bunlar olurken
"İslami bir devlet" kurduklarını açıklayan IŞİD, Irak ve Suriye'nin
kilit şehirlerinde kendi düzenini kurmuş, kendi ordusunu oluşturmuş, kendi
eğitim sistemini müfredata almış, kendi kanunlarını devreye sokmuş ve kendi
yargı sistemini kurmuştu. Fakat kimse bu bölgelerden bahsetmiyordu bile.
Elbette, kasaba veya
şehir, köy veya ülke olsun hiçbir bölgede hiç kimsenin mağdur olmasını
istemeyiz. Kobani'deki halk bizim halkımızdır. Nitekim Kobani işgalinin hemen
sonrasında insani anlamda duyarlılık gösteren tek ülke Türkiye olmuştur. 200
bine yakın Kobanili Kürt bir gecede mülteci olarak ülkemize kabul edilmiştir.
Dolayısıyla Kobani halkı koruma altına zaten alınmıştır.
Şunu da ayrıca belirtmek
gerekir ki, bizlerin, IŞİD'e karşı bir askeri eylem için oluşturulmuş koalisyon
güçlerinin de taraftarı olmamız mümkün değildir. Söz konusu koalisyonun IŞİD'i
etkisizleştirmek için Musul, Rakka veya başka bir bölgeye yönelik askeri eylem
içinde olmasını desteklemediğimiz gibi, Kobani'ye yönelik saldırıları da
desteklememiz imkansızdır. Bölgeye çözüm ve barış silahla değil ancak akılcı
bir ilmi yaklaşımla olabilir. Unutulmamalıdır ki tarih boyunca barış hiçbir
zaman savaşla gelmemiş, silah hiçbir zaman çözüm getirmemiştir; getirmesi de
mümkün değildir.
Burada dikkat çekmek
istediğimiz Batı'nın hassasiyet alanlarıdır. Koalisyon güçlerinin sadece Kürt
bölgeleri konusunda hiç vakit kaybetmeksizin harekete geçmeleri, Batı için en
hayati noktaların bu bölgeler olduğunu bir kez daha teyit etmektedir. Suriye ve
Irak topraklarının karışıklığa uğraması, parçalanıp bölünmesi pek de fazla
ciddiye alınmamıştır. Çünkü plana göre, Ortadoğu'nun zaten çeşitli faktörlerle
bu hale gelmesi, hatta İncil'e göre defalarca yıkılıp tekrar tekrar inşa
edilmesi gerekmektedir. Burada söz konusu kesimlerin hatası, İncil'de geçen ve
kader dahilinde zaten gerçekleşecek, hatta pek çoğu gerçekleşmiş olan bu ahir
zaman alametlerini kendi elleriyle oluşturmaya çalışmalarıdır. Nitekim
koalisyon güçlerinin, Kobani'deki IŞİD işgaline tereddütsüz ve anında müdahale
ederken, 4. yılını neredeyse bitiren ve adeta bir trajediye dönüşen Suriye iç
savaşına hiç ses çıkarmamaları bundandır.
Batı'ya göre, istikrar
gösterip kendi başına bağımsızlık alması ve güçlenmesi beklenen Kürt bölgeleri,
beklenmedik IŞİD saldırısı sonucunda ciddi yara almıştır. Elbette Kürt bölgelerinin
böyle bir duruma düşmesi istediğimiz bir şey değildir. Burada bu konunun
özellikle belirtilmesinin nedeni, 100 yıldır geliştirilen ve uygulamada olan
planın, beklenmedik bir şekilde sekteye uğramasıdır. Özellikle bir kısım
Neoconların bu konuda duydukları panik, bu anlamda değerlendirilmelidir.
Bu arada IŞİD'in
gerçekte, İslami kaynaklara bakıldığında "beklenen" bir ahir zaman
alameti olduğu gerçeği karşımıza çıkmaktadır. Ahir zamanda Hz. Mehdi (as)'ın
çıkışı için gerçekleşecek olan "doğum sancılarından" bir tanesi de
budur. Hz. Mehdi (as)'ın zuhuru öncesi, dünyaya felaket üzerine felaket
yağacak, zorluklar peş peşe gelecek, insanlar maddi ve manevi korkunç bir
çöküşe sürükleneceklerdir. İşte bu alametlerin belki de en dikkat çekenlerinden
biri olan IŞİD, tüm detayları ile hadislerde tarif edilmiştir. Bu tarife göre,
Ortadoğu'da "yenilemeyecek" bir güç olarak ortaya çıkacak ve ancak ve
ancak Hz. Mehdi (as)'ın zuhuru sonrası ona tabi olarak, Hz. Mehdi (as)'ın sözü
ile şiddete son verecektir.
PEYGAMBERİMİZ (SAV),
BUGÜN IRAK'TA YAŞANAN OLAYLARI VE IŞİD'İ 1400 YIL ÖNCE
HABER VERMİŞTİR
1. DOĞU TARAFINDAN SİYAH BAYRAKLILAR
ÇIKACAK
Horasan'da (DOĞU'DA) SİYAH BAYRAKLAR ZUHUR ETTİĞİNDE...
(Gaybet-i Numani, sf. 228)
2. YİNE DOĞU'DAN BU KEZ DAHA KÜÇÜK SİYAH
BAYRAKLI BİR GRUP ÇIKACAK
... Onlar bir süre devam
ettikten sonra, YİNE DOĞU'DAN BU KEZ KÜÇÜK SİYAH BAYRAKLAR ÇIKAR...
(Celâleddin Suyuti'nin Tasnifinden Hadisler, Ahir Zamân Mehdisinin Alametleri,
s.61, hadis no. 7.77)
3. SİYAH BAYRAKLILARIN ORTAYA ÇIKIŞINDAN
ÖNCE SURİYE'DE ÇATIŞMALAR OLACAK
Üç alametin ardından
imam kaim (Mehdi as)'ın çıkışını bekleyin.
Kendisine sordular:
"Bu alametler nelerdir?”
SURİYELİLERİN KARŞILIKLI ANLAŞMAZLIKLARI, Horasan'dan siyah bayrakların çıkması ve
Ramazan ayında korku. (Bihârü'l-Envâr, 14)
4. SİYAH BAYRAKLILAR SURİYE'DE
BULUNACAKLAR
... Ve yine ŞAM'DAN
(SURİYE'DEN) KÜÇÜK SİYAH BAYRAKLI BİR ADAM görüldüğünde... (Celâleddin
Suyuti'nin Tasnifinden Hadisler, Ahir Zamân Mehdisinin Alametleri, s.61, hadis
no: 7.8)
... (Mehdi'nin
çıkışının) diğer bir alameti de, SİYAH BAYRAKLI ORDUNUN ASKERLERİNİN,
ATLARINI ŞAM'DAKİ ZEYTİN AĞAÇLARINA bağlamalarıdır... (El-Kavlu'l Muhtasar
Fi Alamet-İl Mehdiyy-İl Muntazar, s. 23)
5. ESAD İLE SAVAŞACAKLAR
... EBU SÜFYAN'IN
SOYUNDAN BİR ADAMLA (BEŞER ESAD İLE ) SAVAŞIRLAR... (El-Kavlu'l Muhtasar Fi
Alamet-İl Mehdiyy-İl Muntazar, s. 29)
6. SURİYE'DEN SONRA IRAK'A YÖNELECEKLER
BENİ ABBAS'A AİT
(IRAK) SİYAH BAYRAKLAR çıkar …
(Nuaym bin Hammad, Kitab al-fiten)
(Siyah Bayraklılar) FIRAT KIYILARINDAKİ ŞEHİRLERİNDE, KARADA VE
DENİZDE ONLARI (KENDİLERİNE KARŞI GELENLERİ) ÖLDÜRECEKLERDİR. (Gaybet-i
Numani, sf. 327)
7. ÇOK HIZLI NETİCE ALACAKLARDIR
Onlar o durumda iken
Horasan taraflarından bayraklar gelecek, ONLAR SÜRATLE HAREKET EDECEKLER.
(Gaybet-i Numani, sf. 327)
Oradan bir ordu ile geri
dönüp Kufe'yi ve Basra'yı BİR GECEDE
ELİNE GEÇİRECEK... (Kitab El Haft El Şerif, s.174)
8. GİRDİKLERİ ŞEHİRLER ADETA KENDİLERİNE
TAKDİM EDİLECEKTİR
Kendilerine bu
verilmediğinde savaşarak zafer kazanacak ve İSTEDİKLERİ KENDİLERİNE TAKDİM
EDİLECEKTİR. (Meclisî, Bihârü'l-Envâr, c.51, s.87)
9. SAÇLARI VE SAKALLARI UZUN OLACAKTIR
Onun (siyah
bayraklıların kumandanı) ASKERLERİNİN SAÇLARI VE BIYIKLARI ÇOK UZUN OLACAK,
elbiseleri siyahtır ve ONLAR KARA BAYRAKLARIN ADAMIDIRLAR. (Gaybeti Numani, sf. 303)
10. TOPLU KIYIMLAR YAPACAKLARDIR
Allah taş kalpli ve soyu
belli olmayan birini gönderecek ve zaferler onunla olacak... ONLARI
(kendilerine karşı gelenleri) HİÇBİR FARK GÖZETMEKSİZİN TOPLUCA ÖLDÜRECEKLERDİR.
(Gaybeti Numani, sf. 303)
11. KUFE'YE DOĞRU İLERLEYECEKLER
Horasan'dan çıkan SİYAH
BAYRAKLILAR KÜFE'YE İNER... (Celâleddin Suyuti'nin Tasnifinden Hadisler,
Ahir Zamân Mehdisinin Alametleri, s.61, hadis no: 7.12)
12. ŞİDDETİN VE ÇATIŞMALARIN ARTMASI
SEBEBİYLE İNSANLAR MEHDİ'Yİ TEMENNİ
EDECEK HALE GELECEK
Büyük bir savaş olur.
Neticede siyah bayraklılar galip gelir. Süfyani kuvvetleri kaçar. İŞTE O
ZAMAN İNSANLAR MEHDİ'Yİ TEMENNİ EDERLER VE ARARLAR. (Celâleddin Suyuti'nin
Tasnifinden Hadisler, Ahir Zamân Mehdisinin Alametleri, s.61, hadis no: 7.26)
13. SİYAH BAYRAKLILAR SONUNDA MEHDİ'YE
TABİ OLACAKLARDIR
ve MEHDİ'NİN İTAATINA GİRERLER. (İmam-ı Suyûtî)
Fakat bunu kabul etmeyip
EHL-İ BEYT'İMDEN (BENİM SOYUMDAN) OLAN
MEHDİ (AS)'A VERECEKLERDİR... (Meclisî, Bihârü'l-envâr, c.51, s.87)
14. MEHDİ DEVRİNDE SAVAŞLAR TAMAMEN SON
BULUR VE TEK DAMLA KAN DAHİ AKMAZ
Mehdi'nin en önemli
özelliklerinden beri asla kan akıtmamasıdır. Kan akıtan, savaşan, zulmeden
Mehdi değildir. Bu tip sahte Mehdiler yenilgiye mahkumdur.
(Mehdi'nin) Adaleti o
denli olur ki, UYKUDA OLAN BİR KİMSE DAHİ UYANDIRILMAZ VE BİR DAMLA KAN BİLE
AKITILMAZ. (Meclisî, Bihârü'l-envâr, c.51, s.87)
HARP (ERBABI)
AĞIRLIKLARINI (YANİ SİLAH VE SAİREYİ) BIRAKIR. Hiçbir kimse arasında bir düşmanlık
kalmayacaktır. Ve bütün düşmanlıklar, boğuşmalar, hasetleşmeler muhakkak
kaybolup gidecektir. (İmam Şarani, Ölüm-KıyametAhiret ve Ahir Zaman Alametleri,
s. 496)
PYD Üzerine Spekülasyonlar
Kobani koruyuculuğu
konusunda en dikkat çeken unsur ise Suriye Kürt bölgesinin yönetimini elinde
barındıran PYD (Partiya Yekîtiya Demokrat) üzerine yapılan spekülasyonlar
olmuştur. Özellikle Batı medyası ve bir kısım Neocon yazarlar tarafından
yapılan bu yönlendirme kimi zaman kasıtlıdır kimi zaman da bilgisizlikten
kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla bu konuda pek az kişinin bildiği bazı unsurların
açıklanması gerekmektedir.
PYD, 2003 yılında
kurulan ve PKK'nın uzantısı olan bir örgüttür. Öcalan ve diğer PKK liderlerinin
1998 yılında Türkiye'nin baskısıyla, Suriye'yi terk etmek zorunda bırakılmalarından
sonra geride kalan PKK'lılar tarafından kurulmuştur. YPG, PYD'nin silahlı
koludur. PYD, her ne kadar şu günlerde tıpkı PKK gibi emperyalizm maskesi
takmış olsa da, yine tıpkı PKK gibi Leninist ve komünisttir. Her iki grubun da
lideri Abdullah Öcalan'dır. Resmi tanımlarında, PKK'ya bağlı bir örgüt olarak
kuruldukları, Öcalan'ı ideolojik liderleri olarak kabul ettikleri ve
Kongra-Gel'i (PKK'nın siyasi yapılanması) "Kürt halkının en yüksek yasama
organı olarak gördükleri" belirtilmektedir. Nitekim KCK soruşturması
kapsamında (PKK'nın şehir yapılanması olarak adlandırılan KCK, aslında PKK'nın
sözde devlet yapılanmasıdır. Bu yapılanmayla ilgili olarak Nisan 2009 tarihinde
Türkiye'de soruşturma başlatılmıştır. Kitabın ilerleyen sayfalarında KCK ile
ilgili detaylar belirtilmiştir) 2012 yılında hazırlanan ikinci iddianamede PYD
ile ilgili bilgilere de yer verilmiştir. İddianamede, Öcalan'ın Nisan 2011'de
avukatları aracılığıyla Beşar Esad'a bir işbirliği mektubu gönderdiği, mektupta
PYD'ye ülkenin kuzeyinde sağlanacak idari yetkiler karşılığında örgütün rejimi
destekleyeceğinin ifade edildiği bilgisi yer almaktadır.
62
Yine 2014 yılı Ekim
ayında, Mardin 2. Ağır Ceza Mahkemesi, Türkiye'ye getirilen bir Rojavalı için
YPG'li olduğu iddiasıyla "terör örgütüne" üye olmak suçundan hapis
cezası vermiştir. Mahkemenin bu kararıyla "terör örgütü" listesinde
yer almayan PYD ve YPG, resmen "terör örgütü" olarak kabul
edilmiştir.
Nitekim PYD Eş Başkanı
Salih Müslim verdiği konferansları Öcalan posterleri altında gerçekleştirmekte,
diğer Eş Başkan Asya Abdullah örgütü doğrudan Kandil'den yönetmekte, YPG
militanları ceplerinde ve evlerinde Öcalan'ın resmini taşımaktadırlar.
Bu konuda Emekli
tümgeneral Armağan Kuloğlu'nun açıklamaları ise şu şekildedir:
YPG başlı başına terör örgütü olarak kurulmuş bir terör
örgütü değil. PKK'nın Suriye'nin kuzeyindeki bir uzantısı. Suriye'nin
kuzeyindeki olaylar patlak verince, kuzeyde bir Kürt oluşumu ortaya çıktı. YPG
de o bölgenin kontrolünü sağlayan, oradaki halkı kontrol eden bir örgüt olarak
PKK tarafından kuruldu. PKK'nın uzantısı, onun kontrolünde olan bir örgüt. PKK
bir terör örgütü olduğuna göre, YPG de bir terör örgütüdür.63
Irak Kürdistan Özerk
Bölgesi Başkanı Mesut Barzani, PYD'yi, Suriye yönetimiyle işbirliği içerisinde
Rojava'ya silah zoruyla el koymakla suçlamaktadır ve PYD'nin antidemokratik
uygulamalarını sürekli olarak dile getirmektedir. Barzani,
"Her
geçen gün belirsiz birtakım bahanelerle silahlanıyorlar... Serbest seçimler
yapılmadıkça hiçbir grubun kendisini başkalarına dayatma hakkı bulunmamaktadır.
Suriye Kürtlerinin gerçek temsilcisi yalnızca Yüksek Kürt Konseyi'dir"64 dese de PKK bu sözleri hiç
önemsememektedir. Barzani'nin, "PYD, bizim oluşturmaya çalıştığımız
ittifakı bozdu ve bölgede sadece kendisinin istediği bir siyaset yürütmeye
başladı. PYD, Suriye Kürdistan Demokrat Partisi'nin yöneticileri ve üyelerine
yönelik gözaltı, tutuklama, sınır dışı etme ve saldırma politikalarına ara
vermeden devam etti ve bunu gittikçe genişletiyor. PYD'nin, bu tekçi ve meşru
olmayan siyaseti nedeniyle bölgede demokratik bir sistem kurulamadı.
Rojava'daki durum, rejimin kontrolü altındakilerden daha kötü hale geldi.
Siyasi özgürlüğün olmadığı Rojava'da talepler şiddetle bastırılıyor, Rojava
halkı diktatörce yönetilmeye çalışılıyor" 65 tespitleri oldukça önemli ve doğrudur.
Peşmerge komutanı
Binbaşı Muhammet Hasan'ın, PYD'nin, kontrol ettiği sınır bölgesini ticari bir
yola dönüştürdüğünü, sınırı geçen kişilerden gümrük vergisi adı altında para
aldığını belirtmesi, PKK/PYD'nin Kürtlere hayatı nasıl zindan ettiğini gösteren
önemli bir husustur.
İlginçtir ki, günümüze
kadar neredeyse tüm siyasilerin bildiği bir gerçek olan ve PYD'nin kendisi
tarafından açıkça ifade edilen PKK-PYD bağlantısı bugün her nedense bir kısım
kişiler ve ülkeler tarafından inkar edilmektedir.
Batı'da pek çok
siyasetçi ve yazarın, Suriye'deki PYD gerçeğinden habersiz oldukları da açıkça
görülmektedir. Onlara göre Türkiye'nin Güneydoğu'sunda ve Suriye'nin kuzeyinde
Kürt etnik kökeninde insanlar vardır ve bu insanlar sadece birer özgürlük
savaşı vermektedirler. İşte bu bilgisizlikten dolayı, bu "özgürlük
savaşçılarının" Türkiye tarafından neden tepkiyle karşılandığı, Kobani
eylemleri sırasında neden Türkiye'nin o bölgede "Kürt savaşçıları"
olarak gösterilen teröristlere destek vermediği anlaşılamamaktadır. Kıyasıya
Türk hükümetine yönelik bir "etnik ayırımcılık" suçlaması
yöneltmektedirler. İşin ilginç yanı, Türkiye'deki siyasetçi ve yazarlar
arasında bile bunu yapanlar vardır.
İşin gerçeği ise şudur:
Kobani'de IŞİD'e karşı savaşanlar "Kürt savaşçılar" falan değil,
PKK'nın uzantısı olan terörist bir gruptur. PKK, yaklaşık 40 yıldır Türkiye'de
bölücülük propagandası yapmış, haince arkadan saldırmış, özellikle "Kürt
vatandaşlarımıza" dehşet yaşatmış ve on binlerce askerimizi şehit etmiş
kalleş bir terör örgütüdür. Böyle bir terör örgütüne Kobani'de Türkiye'nin
yardım etmesini istemek, olağanüstü derecede bir şuur kapalılığı veya art niyet
gerektirir. Türk hükümeti, kendisini yıllardır enseden vuran, ülkesini bölmeye
çalışan, hain ve kalleş bir terör örgütüne elbette ki yardım etmeyecektir.
Türkiye oradaki mazlum halkı zaten himayesine almıştır. Kobani'de IŞİD ile
savaşanlar ise, Türk halkının otuz yıldan fazla bir zamandır düşmanı olan
topluluğun ta kendisidir.
Kuşkusuz Türkiye'yi
ayırımcılık yapmakla suçlayanlar sadece bu konuda bilgisiz olan kişiler
değildir. PYD'nin gerçek mahiyetini çok iyi bilmesine rağmen, o bölgede bir
Kürt devletinin oluşması için elinden geleni yapmaya hazır bir kısım
istihbaratçılar, siyasetçiler ve yazarlar; buradaki durumu kendi lehlerine
kullanma telaşı içindedirler. Nitekim bunu yapabilmek için neredeyse bütün ana
akım medya kullanılmış, Avrupalı ve Amerikalı siyasetçilerden Türk hükümetine
yönelik bu konuda ciddi eleştiriler umarsızca yöneltilmiştir. Defalarca
Türkiye'nin neden YPG'li teröristlere yardım etmediği sorgulanmış ve Türkiye bu
dönemde adeta uluslararası bir diktatörlük tarafından baskı altına alınmıştır.
Türkiye şu anda, dünya tarihinde, "yıllardır vatandaşını öldürmüş eli kanlı
teröristlere neden yardım etmiyorsun" diye sorgulanan belki de tek ülke
konumundadır. Bu olağanüstü garip durum nedense kimse tarafından ciddi anlamda
dile getirilememiş, Türkiye, özellikle uluslararası medya diktatörlüğü
tarafından ustaca planlanan ve uygulanan bir karalama kampanyasının hedefi
olmuştur.
Şunu belirtelim; PKK,
Türkiye'nin güneydoğusunda yıllardır özellikle Kürt kardeşlerimizi baskı altına
almıştır ve katlettiği insanların büyük çoğunluğu Kürt'tür. Aynı durum
Suriye'nin kuzeyindeki Rojova bölgesi için de geçerlidir. Buradaki Kürt
kardeşlerimiz, PKK'nın uzantısı olan PYD'nin dehşetli baskısı altında yıllardır
ezilmektedir.
Suriye'de Kürtlere PYD Baskısı
Suriye iç savaşının ilk
başladığı yıllarda, Rojova bölgesinden Türkiye'ye ulaşan ilk Kürt mülteciler,
Cezire kantonundan gelmişlerdir. Bu kardeşlerimiz açıkça, Esad'ın zulmünden
değil, PYD'nin zulmünden kaçtıklarını belirtmişlerdir. Nitekim PYD, yukarıda
bahsini ettiğimiz Öcalan'ın Beşar Esad'la ittifak taahhüdü gereğince Suriye'de
Esad ile işbirliği içindedir. Bu nedenle, söz konusu bölgelere o dönemde
Esad'ın bir saldırısı olmamıştır. Sonrasında da ülkedeki karışıklığı fırsat
bilenler, yıllardır maruz kaldıkları PYD zulmünden kaçabilmek için bu fırsatı
değerlendirmiş ve Türkiye'ye sığınmışlardır. Dolayısıyla PYD, uluslararası
camiaya vermek istediği görüntünün tamamen aksine, tıpkı PKK gibi, kendi
halkına zulmeden ve kendi egemenliği altındaki topraklarda Leninist bir sistem
kurmuş olan oldukça tehlikeli komünist bir terör örgütüdür.
Suriye'deki Kürt bölgesi
olan Rojava'da dindar Kürt halkı adına konuşan Suriye Kürt İslam Cephesi
(Cephetül İslami Kurdi) Lideri Ebu Abdullah'ın, "Esed zindanlarından
çıktık, PYD zindanlarına girdik, ikisi bizim için aynıdır"
66 sözleri oldukça büyük önem
taşımaktadır.
Nitekim Kobani'de
yaşananların ardından dindar Kürtler, PKK'yı asla tasvip etmediklerine dair
çıkarmış oldukları basın bülteninde şöyle söylemişlerdir: "Hiç şüphe
yoktur ki; Müslümanların Kobani'den tavşan gibi kaçan bu korkak çetelere
(PKK'lılara) cevap verecek kuvvet ve kudreti vardır."
67
Görülebileceği gibi
Suriye Kürt bölgesi olan Rojova'daki Kürt halkı, idareyi elinde tutan PYD'yi
bir bela gibi görmekte ve PYD'nin baskısından kurtulmak istemektedir. Aynı
durumun Türkiye için de geçerli olduğunu, Türkiye'deki Kürtlerle PKK'nın hiçbir
zaman aynı kabul edilemeyeceğini, Türkiye'deki Kürtlerin de daima PKK'nın
hedeflerinden biri olduğunu burada tekrar hatırlatmak gerekmektedir.
Suriye Kürt bölgesindeki
söz konusu durumu delillendirmek için İnsan Hakları İzleme Örgütü'nün (HRW
Human Rights Watch) 2014 tarihli 108 sayfalık raporu da büyük önem
taşımaktadır. Suriye'de Kobani ve Cezire kantonlarındaki durumun incelendiği bu
rapora göre, bölgeye hakim PYD güçleri, keyfi tutuklamalar, yasal hakları
ihlal, faili meçhul ölümler ve kaçırılmalarla ilgili sorumlu tutulmaktadır.
İhtiyatlı ve yumuşak bir dille hazırlanmaya çalışılmasına rağmen rapordan
oldukça ürkütücü bir tablo çıkmaktadır. İşkence sorunu, kişi hak ve
özgürlüklerinin sınırlanması, adalet sisteminin işlememesi neredeyse her
satırda ön plandadır.
Cezaevlerindeki bir
kısım suçlularla görüşen İnsan Hakları İzleme Örgütü temsilcileri, buradaki
mahkumların herhangi bir tutuklama emri olmaksızın alıkonulduklarını,
avukatlarıyla görüştürülmelerinin engellendiğini ve yargı önüne
çıkarılmadıklarını belirtmişlerdir. Mahkûmlar, hapishanede sürekli yetkililer
tarafından darba maruz kalmaktadırlar. Tutuklamaların genellikle sadece
iftiralara dayandığı, itirafların ise işkence altında alındığı anlaşılmaktadır.
Muhalif olan neredeyse her ses susturulmaya çalışılmıştır. Gözaltında şüpheli
ölüm vakaları ise çok fazladır.
Raporda ayrıca
çocukların ellerine silah verilip militan olarak kullanıldıkları belirtilmiş,
toplumsal olayların daima kanlı şekilde bastırıldığına dikkat çekilmiş ve tüm
bunların yanı sıra onlarca insan hakları ihlali sayılmıştır. Söz konusu
değerlendirmede, PYD'nin doğrudan Türkiye'deki PKK terör örgütünün bir parçası
olduğu açıkça vurgulanmakta, Suriye hükümetinin iç karışıklıklar nedeniyle bölgeden
çekildiği 2012 tarihinden beri bu örgütün yerel bir mahkeme, cezaevi ve polis
ile keyfi uygulamalar yaptığı belirtilmektedir. Söz konusu uygulamaların endişe
verici olduğu vurgulanmaktadır. 68
Nitekim Kobani
saldırılarının sonrasında, Türkiye'nin ihtarlarını hiçbir şekilde dikkate
almayan bir kısım Batı medyası, bölgeyi yakından tanıdıktan sonra ifadelerini
değiştirmek zorunda kalmıştır. Daily Beast'de Jamie Dettmer, Suriye'de Kürt
bölgesi yönetimini, "PKK'nın Suriye kanadını oluşturan despot PYD"
olarak tanımlamış ve evlerine geri dönmek isteyen bir kısım kişilere PYD
tarafından izin verilmediğine dikkat çekmiştir. Ali isimli emekli bir Kürt
köylüsünün anlattıkları ise yazıda şu şekilde yer almıştır: "Savaşçılar
(YPG) istediklerini yapıyorlar ve kimse onlara karışamıyor. Eğer size bir şey
yapmanızı veya yapmamanızı emrederlerse, onlara hayır diyemez veya bunun doğru
olmadığını söyleyemezsiniz.” 69 Nitekim Dettmer'in görüştüğü bölge halkının
ifadelerine göre, kuşatmanın ardından Kobani'ye geri dönmek isteyen pek çok
kişinin girişine izin verilmemiş, YPG militanları tarafından bu insanların
mallarına el konulmuş ve bu kişiler tüm varlıkları ellerinden alınarak göçe
zorlanmışlardır. 70
Bu despot tutum yazıda
şu delillerle tarif edilmiştir:
Kobanili Kürtler PYD'yi halkın içinde eleştirme
konusunda çok dikkatliler; misilleme yapılmasından korkuyorlar. Örgütü
eleştirenlerin hiçbiri aile isimlerinin deşifre edilmesini istemiyor. Parti
(PYD), hayatı muhaliflere oldukça zor hale getiriyor.
Aynı yazıda, Batı'dan bazı
kesimlerin bakış açısı ile Dettmer'in gördükleri arasındaki farklılık da
kapsamlı olarak dile getirilmiş ve Kobani bölgesinin PKK terör örgütünün
himayesinde olduğunun delilleri verilmiştir:
Kobani'deki savaşçıların büyük bir çoğunluğu Suriyeli
Kürtler değil; ABD ve Avrupa Birliği tarafından terör örgütü olarak tanınan PKK
üyeleri. ... Kobani'de ateş emri veren kumandanlar, kuşatma sırasında kadın
savaşçıların rolünü dünyaya tanıtmak için röportaj yapan Batılı medyaya
gösterildiği gibi yerel bölgesel liderler falan değiller. Bunlar, aslında,
yerel halkın Kandil Kürtleri dediği kişilerden oluşuyor. Kandil, Kuzey Irak'ta
bulunan Türkiye'den de 30 kilometrelik bir alandan içeri giren, bölücü
hareketin askeri eğitim kamplarını içine alan PKK'nın dağdaki sığınağına işaret
ediyor. 71
İsmini vermek istemeyen
bir YPG militanının ise bu konudaki itirafları şu şekildedir:
Kuşatma sırasında da baş kumandanlardan sadece 5 tanesi
Kobani'liydi; 15 tanesini Kandil kumandanları oluşturuyordu. 72
Söz konusu gözlemlerin
ardından Dettmer, sınıra yığılı Türk tanklarının varlığına oldukça hak vermiş
gözükmektedir.
Kobani bölgesinde olduğu
gibi, PYD, Tel Abyad gibi civar Türkmen ve Arap bölgelerine de IŞİD tehlikesini
bahane ederek koalisyon güçlerinin devreye girmesini istemiştir. Amaç, bu
bombardımanı kullanarak Türkiye sınırındaki Türkmen bölgelerini ele geçirip,
uzun bir sınır hattı elde etmektir. ABD ve diğer koalisyon ortakları ise IŞİD
ile mücadele adı altında PKK terör örgütüne açıkça yardım etmişlerdir. Oysa o bölgeden
kaçıp yine Türkiye'ye sığınmakta olan bölge halkı, IŞİD'in değil YPG'nin
zulmünden kaçmakta olduklarını açıkça belirtmişlerdir. ABD ve diğer koalisyon
güçlerinin bunu fark edememesi veya görmezden gelmesi, ciddi ve oldukça
tehlikeli sonuçlara sebep olacaktır.
Bütün bunlardan yola
çıkarak orada yaşayan Kürt halkının, PYD'nin zulmünden kaçıp 2011 yılından
itibaren Türkiye'ye sığınıyor olduklarını çok iyi değerlendirmek gerekmektedir.
Oradaki zavallı halk, uzun zamandır, bu bölgede hakimiyetini ilan etmiş bir
Leninist terör örgütünden kurtulmaya çalışmaktadır. Bunun için Türkiye'yi
tercih etmeleri, Türkiye'de güvende olacaklarını bilmeleri, söz konusu durumu
çarpıtan ya da tam anlamayan Batı'ya önemli bir işaret olmalıdır. Türkiye,
kendisine sığınan herkese büyük bir onur duyarak ve sevgiyle sahip çıktığı gibi
söz konusu Kürt kardeşlerimize de en mükemmel şekilde sahip çıkmıştır ve
onların güvenlik içinde yaşamalarını sağlamıştır. Nitekim Kobani'den Türkiye'ye
sığınan Kürt kardeşlerimiz, sınırı geçer geçmez kendilerine yardıma gelen Türk
askerinin boynuna sarılmış, sevgiyle güvenli topraklara gelmenin mutluluğunu
yaşamışlardır. Türk askerini kendi dostları, akrabaları, oğulları gibi
gördükleri anlaşılabilmektedir.
Suriye sınırdan geçen 2
milyondan fazla mültecinin tüm bakımını üstlenen Türkiye, bu mültecilerin büyük
bir kısmını 22 ayrı kampa yerleştirdikten sonra, özellikle Kobani'den gelen
mağdur Kürt kardeşlerimiz için dünyanın en büyük mülteci kampını inşa etmiştir.
35 bin kişilik kapasiteye sahip olan Suruç'daki söz konusu mülteci kampı okula,
hastaneye, 100 ayrı çamaşır ve dinlenme bölümüne sahiptir. Kamp aynı zamanda
kendi bünyesinde bir su şebekesine sahip olup bu su hem orada yaşayanların
ihtiyaçlarını karşılayacak hem de civardaki tarım alanlarında kullanılabilecek
kapasitededir. Buraya yerleştirilen Kürt kardeşlerimizin sağlıklarından
bakımlarına, eğitimlerinden dinlenme ve iş imkanlarına kadar her türlü detay
düşünülmüş ve muazzam bir çalışma gerçekleştirilmiştir. Söz konusu kamp; BM,
Batılı politikacılar, insan hakları temsilcileri ve medya tarafından da övgüyle
karşılanmıştır.
Bir Kısım Batılıların PKK
Lehinde Hareket Etmelerinin Asıl Sebebi
Hükümetin iyi niyetli
olarak başlattığı çözüm sürecinin ilk anından itibaren, bölücülük ve şiddet
isteyen Stalinist bir terör örgütünün asla silah bırakmayacağı, güçlenmek için
fırsat kolladığı ve sinsi bir yöntemle Türkiye'nin Güneydoğusunu ele geçirmeye
yelteneceği sürekli hatırlatmasını yaptığımız konular olmuştur. Nitekim
çatışmaların tekrar başladığı şu günler, PKK'nın gerçekten de bu çatışmasızlık
ortamını kendisi için bir gizliden işgal politikasına çevirmiş olduğunu
göstermiştir. Bu konuda alınması gereken tedbirler acil ve hayatidir. Söz
konusu tedbirler kitabın ilerleyen bölümlerinde kapsamlı açıklanmıştır.
Burada üzerinde durmak
istediğimiz husus, çözüm sürecinin başlangıcından itibaren Batı'dan bazı
kişilerin bu sürece yaklaşımıdır. Kuşkusuz ülkeler içinde barışın gerçekleşmesi
bütün dünya için hoş karşılanacak bir durumdur ve ülkemizde söz konusu dönem
içinde silahların susmasının Batılı ülkeler tarafından takdirle ve övgüyle
karşılanmasında da garip olan bir durum yoktur. Garip olan kısım, Batılı
devletlerden bir kısım sözcülerin Türkiye'ye ilginç önerilerde bulunmalarıdır.
Her ne hikmetse, bu önerilerin tümü PKK'nın lehine olan ve onların istekleri
çerçevesinde şekillendirilmiş önerilerdir. Bu önerilerin hiçbir kısmında
Türkiye Cumhuriyeti'nin bölünmez bütünlüğünü koruyucu ve Türkiye'yi PKK
karşısında güçlendiren bir yönlendirilmede bulunulmamaktadır. Bunun belki de en
önemli sebebi, PKK yoluyla gerçekleşecek olanların, aslında Batı'nın kendi
hedeflerini temsil ediyor olmasıdır.
Bu konuda verilebilecek
en önemli örneklerden bir tanesi, ABD Dışişleri Bakanlığı'nda uzun süredir
danışmanlık yapan Neocon David Phillips'in açıklamalarıdır. Phillips'in 2007
yılında Türkiye'ye yönelik önerileri dikkat çekicidir. Bu önerilerin başında,
PKK ile barış süreci olduğu takdirde örgüt üyeleri için af ilan edilmesi şartı
yer almaktadır. İkinci temel öneri ise sivil anayasanın hemen yürürlüğe
konulmasıdır. Bunun anlamı ise, yerel yönetimlere önemli haklar verilmesi
demektir ki bölünme için temel unsur bu olacaktır.
ABD'nin Türkiye Eski
Büyükelçisi Ross Wilson'un 13-15 Nisan 2009 tarihinde yaptığı açıklamalar ise yine
aynı başlıkları içermektedir. En önemli şart, PKK'lıların mutlaka serbest
bırakılması ve ikinci temel şart ise federalizme yol veren yerel yönetimlerin
güçlendirilmesi unsurudur.
Görülebileceği gibi,
ABD'den bazı isimlerin Türkiye üzerindeki temel baskısı, PKK'yı bir barış
elçisi gibi göstermek, Öcalan'ın mutlaka serbest kalmasını sağlamak ve
Türkiye'nin bölünmesinin yolunu açmaktır. Yıllar önce tasarlanan ve öneri
olarak sunulan bu planlar ise bugün açık açık tartışılmaktadır.
Hedef, PKK'ya federasyon
verilerek, "Ortadoğu'nun yeniden dizayn edilmesi projesi" kapsamında
PKK'nın bütün ulusların kabul edeceği türden bir devlet kurmasının önünü açmak;
bu yeni oluşum sonucunda bölünen, Ortadoğu'yla irtibatı kesilen Türkiye'nin
gücünü zayıflatmak ve itibarını zedelemektir. Böylelikle Batı derin devletleri
açısından, İslam Birliği gibi bir bütünlüğün oluşması da coğrafi ve ideolojik
anlamda zorlaşacak, Türkiye ile İslam ülkeleri arasına İslam karşıtı
komünist-Stalinist bir PKK devleti adeta bir set olarak çekilecektir. Kendi
içinde bir terör örgütüne yenik düşen ve dolayısıyla İslam ülkelerinin
sorunlarına çözüm bulmaktan uzak, tavizkar bir Türkiye görünümü oluşacaktır.
PKK'ya özerklik veya
federasyon verilmesi gibi bir durumun gerçekleştirilmesi sonucunda ise,
Türkiye'yi en az 50 yıl uğraşacağı ve daha fazla zayıflayacağı bir süreç
bekleyecek; mübadele talepleri, yeni toprak talepleri, yeni bölgesel ayrılık
taleplerinin dile getirilmesi, farklı dillerin de devreye girmesiyle ülke
insanlarının ortak dil, ortak hedef, ortak ülküden uzaklaştırılması söz konusu
olacaktır. Parçalanıp bölünmüş güçsüz bir Türkiye ise, Batı'da bir kısım derin
güçlere, 100 yıldır elde etmek istedikleri manzarayı sunmuş olacaktır.
Bu amaçla bir kısım
Batılı güçler, doğrudan özerklik veya federasyon gibi kelimeleri kullanmasalar
da -ki aralarında açıkça bunları da dile getirenler de vardıryerel yönetimlere
yönelik yetki genişletilmesi konusunda uzun zamandır Türkiye'ye yönelik baskı
halindedirler. Nitekim AB'ye uyum yasaları dahilinde bu ayrıcalıkların bir
kısmı çoktan sağlanmıştır; bu konu ilerleyen satırlarda kapsamlı olarak
incelenmiştir.
Bu konuda çeşitli
düşünce kuruluşları, diplomatlar ve yazarlar tarafından Türkiye'ye yönelik
baskılar gözle görülür boyutlara ulaşmıştır. Türkiye, zaman zaman, Batı derin
devleti sözcülerinin belirlediği şartları yerine getirmediği takdirde, istemese
de her an kendisini Ortadoğu'da bir savaşın ortasında bulacağı tehdidiyle
karşılaşmaktadır. NATO'nun yardımı olmadan füze ve diğer hava saldırıları karşısında
zayıf konumda olduğumuz hissettirilmeye çalışılmakta, hatta zaman zaman
NATO'dan çıkarılmamıza yönelik teklifler kasıtlı olarak gündeme
getirilmektedir. Türkiye'nin Batılı ülkeler nezdinde yatırım yapılamayan, insan
haklarının ihlal edildiği, yalnızlaştırılacak bir ülke olarak gösterileceği
tehditleri yapılmaktadır.
Tekrar hatırlatalım, PKK
konusuna çözüm bizim de istediğimiz bir şeydir. Fakat bu çözüm, Batı derin
devletinin baskılarına dayalı, beraberinde komünist bir devletin inşasını
getirecek, Türkiye'nin ise toprağından ve kimliğinden taviz verdiği bir çözüm
asla olmayacaktır. PKK'ya köklü çözümün tek yolu, örgütü Marksist ideolojiden
uzaklaştıracak kapsamlı bir eğitim seferberliğidir.
Öcalan'a ve PKK'lılara Af
Beklentisi Zavallılıktır
Batı derin
devletlerinden bir kısım isimlerin Türkiye'ye yönelik en büyük baskılarından
birinin, Öcalan'ın serbest bırakılması olduğundan bahsetmiştik. Batı'nın adeta
yancılığını yapmakla görevli bir kısım kişiler de bunu ülkemizde de dile
getirmekten çekinmemektedirler. Bu olağanüstü garip teklif, yavaş yavaş
söylemler ve bilinçaltı propagandalarıyla makul hale getirilmeye çalışılmakta,
HDP'li belediye başkanları Öcalan'ı özgür görmek istediklerini açıkça dile
getirmekte, şehit analarının yaşadığı dehşet, bu konunun destekçilerini hiçbir
şekilde ilgilendirmemektedir. 40 bin askerimizi şehit eden katillerin
bırakılması için adeta bir kulis yapılmakta; hatta konunun af bile değil, bir
serbest bırakılma şeklinde olması istenmektedir. Türk milletinin karşısında
açıkça "onlar suç işlemediler ki" denebilmektedir. Ülkemizde
böylesine büyük mantıksızlıkların konuşulabilir olması, oldukça riskli bir
noktada bulunduğumuzu sergiler niteliktedir. Bu nedenle, böyle bir af konusuna
asla izin vermeyeceğimizi, halkımızın da bunun karşısında mutlaka tek yürek
olarak bir arada duracağını ısrarla belirtmek gerekmektedir.
Bu konuda hem Türkiye'de
af destekçilerine hem de yabancı derin devlet temsilcilerine hatırlatmak
istediğimiz noktalar vardır.
* Bilindiği gibi ülkemizde daha önce bu konuyla ilgili olarak
af denenmiş, ancak uygulama hem terörü hem de toplum içindeki suç oranını daha
da artırmıştır. Bülent Ecevit'in Başbakan olduğu dönemde eşi Rahşan Ecevit
tarafından hazırlanan af teklifi, 2000 yılında 4616 sayılı Şartla Salıverme Yasası
adıyla Meclis'ten geçmiş, 44 bini aşkın kişi bu aftan yararlanmıştır. Aftan
sonra 3 yıl içinde mahkum sayısı 20 bin artarak 64 bine çıkmıştır. Rahşan
Ecevit daha sonra, "Ben affı garibanlar için istedim, katiller
yararlandı" diyerek affın vahim sonuçlarını dile getirmiştir. 'Rahşan
affı'ndan sonra geçen 15 yılda ise cezaevlerindeki hükümlü sayısı 160 bine
ulaşmıştır.
* ABD Büyükelçiliğine bombalı saldırı düzenleyen Ecevit Şanlı
isimli DHKP-C'li terörist sağlık sorunları gerekçesiyle Ahmet Necdet Sezer
döneminde affedilmiş olan bir kişidir. Sezer döneminde affedilen 260 mahkumun
200'ünün, DHKP-C, Dev-Sol, PKK, THKP/ML ve TİKKO üyesi olması söz konusudur. Bu
kişiler birçok eylemle yeniden ortaya çıkmaktadırlar. Emniyet'in raporlarına
göre, Tunceli'de çıkan silahlı çatışmada ölü olarak ele geçirilen Okan Ünsal,
Berna Ünsal, Ökkeş Karaoğlu ve Cemal Keser gibi DHKP-C militanları da Sezer'in
özel affı sonucu dışarı çıkan kişilerdir.
* 1 Mayıs 2003 eylemlerinde görüntülenen Hüsamettin Özdem,
Keskin Hasan Bölücek, Abbas Alkan, Cihan Alkan, Enis Aras, Deniz Yıldız, Sakine
Ögeyik, Gülten Özdemir, Özkan Güzel ve Mehmet Leylek isimli teröristler de aynı
şekilde affedilen kişilerdi. Son olarak, Savcı Mehmet Selim Kiraz'ın
katledilmesi yönünde talimat veren DHKP-C lideri Hüseyin Fevzi Tekin de 10.
Cumhurbaşkanı Sezer döneminde affedilmiştir.
* Diğer taraftan, PKK'nın affı demek Türk milletinin onurunun
kırılması, şerefinin ve haysiyetinin ayaklar altına alınması demektir.
* On binlerce şehit, yüz binlerce gazi ailesi için,
Mehmetçik/Polis/Korucu şehit eden katillerin affedilmesi dehşet verici bir
durumdur. Bu ortam tüm Türkiye'de onarılması imkansız yaraların açılmasına,
acıların katlanılmaz hale gelmesine sebebiyet verecektir.
* Komünist teröre verilen her taviz, önlenemeyen bir
azgınlığın, şımarıklığın, kanun tanımazlığın önünü açacaktır.
* Katillerin salınması demek, PKK'nın 40 yıldır yaptığı tüm
kanunsuzlukları meşru hale getirecek, artık ülkede kanunlara saygı, devlete
saygı asla kalmayacak, terör adeta meşru hale gelmiş olacaktır.
* Bağımsız ve PKK'ya bağlı bir Kürt devleti kurulabilmesi
için hem Kürtleri bu yapıyı desteklemeye zorlayacak hem de bölgeyi buna mecbur
bırakacak ve toplumu tetikleyecek bir seri işleme gerek vardır. Aynı zamanda
Türkiye'nin de gücünün, onurunun kırılmasına ihtiyaç vardır. Öcalan'ı salma
planının bir nedeni de budur. 40 bin kişinin katliam emrini veren birinin
Türkiye gibi güçlü bir devlet tarafından salınıyor ve muhatap alınıyor olması,
o kişinin sanki bütün Kürtlerin lideri olarak algılanmasına sebebiyet
verecektir. Bu durumda Öcalan da rahatlıkla tüm Kürtlerin Cumhurbaşkanı olma
hayaline kapılacaktır.
* Oluşacak bu siyasi-sosyal rüzgar, bölgeye yeni bir Saddam,
Kaddafi, Ho Chi Minh, Stalin, Mao kazandırmış olacaktır. Bu durumda ağır
silahlarla donatılacak, istihbarat desteği verilecek PKK devletiyle bütün bölge
ülkelerini savaştırmak artık çocuk oyuncağı haline gelecektir. Öcalan da
kendisine biçilen görevleri bilmekte, hangi Batılı ülkenin arkasında nasıl
duracağını görmekte, hatta hangi komünist ülkelerin kendisine nasıl askeri
yardımda bulunacağını hesaplamaktadır. Bu arada Öcalan, bu güce ulaşabilmek
için her türlü tiyatroyu oynayacaktır. Komünistken birden emperyalist kesilen,
99'da yakalandığında "Devletimin hizmetindeyim" diyen, fakat
sonrasında yüzlerce PKK eylemini yönlendiren, 2004'te konfederalizm istediğini
kitaplarıyla açıklayan Öcalan, tarihin en ibretle izlenen oyuncularından
birisidir.
* "Katiller çok insan katledince onlardan çekiniliyor ve
affediliyor" mantığı bir defa toplumda yer ederse, bundan sonra pusuda
bekleyen onlarca yeni terör örgütü Türkiye'de eylemlere başlayacaktır. IŞİD, El
Kaide, Asala, DHKP-C gibi yüzlerce terör örgütü "Bolca katliam yapalım,
devlet bizi de muhatap alıp masaya oturacak. Bize de taviz verecek.
Katillerimiz eninde sonunda kahraman gibi salınacak" düşüncesine
kapılacaktır. Bu, Türkiye'nin yok olması demektir.
* Polis katillerinin salınması, hala polislik görevini yapan
300 bin polisimizin şevkini kıracaktır. Asker katillerinin salınması, halihazırda
asker olan 700 bin askerimizi psikolojik olarak zayıflatacaktır. Bu kişilerin
aileleri, yakınları da düşünüldüğünde milyonlarca insan bu yanlışlık sonucunda
vicdanen büyük bir rahatsızlığa sürüklenecektir.
* Öcalan ve diğer PKK'lı katiller aynı zamanda 17 bin Kürdü
de iç infazla şehit etmiştir. Bu katillerin salınması, Kürtler arasında da
dehşetli bir psikolojik travmanın yaşanmasına neden olacaktır. Kendilerinin ve
ailelerinin katilleri artık yine onlara baskı yapmak için işbaşında olacak, Devlet
de buna mani olamayacaktır. Bu onurlu, gururlu, vicdanlı Kürtler için adeta bir
zulümdür.
* PKK'lıların şehirlere yayılması demek, PKK propagandasının
çoğalmasına, tek taraflı propagandanın büyümesine, MarksistLeninist baskının
kat kat artmasına sebebiyet verecektir.
* Öcalan, şu an sadece Türkiye'de değil, pek çok ülkede en
çok düşmanı olan insanlardan biridir. Cezaevinden salıverilmesi durumunda onu
infaz etmek için yemin etmiş olanların sayısı çoktur ve bu kişiler asıl olarak
PKK'lıdır. Böyle büyük bir risk karşısında korunabilmesi oldukça zordur.
Öcalan'ın salıverilmesi durumunda PKK içinde kaçınılmaz olarak önderlik savaşı
başlayacak, hatta bazı liderler için Öcalan bir hain olarak görülecek ve
mutlaka öldürülmesine hükmedilecektir.
* Öcalan salındığında Barzani ve Talabani gibi Kürt
liderlerin başta kalması zorlaşacak, Kuzey Irak'ta çok partili bir sistemin de
varlığı ortadan kalkacaktır. PKK orada da tek partili komünist diktatörlüğü
kolaylıkla uygulamaya geçirecektir.
Binlerce şehidimizin
kanından sorumlu Öcalan'ın ve cinayet işlemiş PKK'lıların herhangi bir af
kapsamında salıverilmesinin sonuçları genel hatlarıyla bunlar olacaktır. Fakat
asıl olarak böyle bir karar, izzetin, şerefin, onurun, namusun kalmadığı
anlamına gelir. Türk milletinin ise bir özelliği vardır: Türk milleti, onursuz
ve şerefsiz olarak yaşayamaz. Bunun yerine mücadele etmeyi ve bu uğurda Allah
rızası için can vermeyi göze alır. Merak edenler bunu şanlı tarihimizden
görebilirler.
İşte bu nedenledir ki
hiç kimse, Öcalan'ın veya katil PKK'lıların salıverilmesi gibi bir öneri ile
Türk milletinin karşısına çıkmamalıdır. İçte ve dışta buna tevessül edenler,
bunun Türkiye'de nasıl bir galeyanla sonuçlanacağını; Türk askerinin, Türk
polisinin, özel kuvvetlerin ve Türk halkının buna nasıl karşılık vereceğini
görmek zorunda kalabilirler. Batılı derin devletlere ve onların burada
destekçiliğini yapan bir kısım kişilere, yol yakınken böylesine tehlikeli bir
fikirden vazgeçmeleri önerimizdir.
Global Medya Diktatörlüğü
ve Batı'da Algı Operasyonları
Daha önce belirttiğimiz
gibi bir kısım Batılı yazarlar 100 yıllık planın uygulamaya geçebilmesi için,
bir kısmı da PKK'nın emperyalizm maskesine gerçekten inandığından yoğun bir
algı operasyonu ve adeta bir mühendislik çalışmasına yönelmişlerdir. Elbette
burada dünyaya hakim global medya diktatörlüğünden de bahsetmek gerekir. Şu
anda dünyanın önde gelen ana akım medya organlarının destekleyecekleri ve karşı
duracakları ülke, kişi, sistem, ideoloji ve kurumlar belirlenmiştir. Proje;
gücü elinde tutanların desteklediğini desteklemek, desteklemediğini de
alabildiğine kötülemek üzerine kuruludur. Global medyanın parçası olanlar
hiçbir şekilde bunun dışına çıkamazlar. Verilen haberler bu doğrultuda
verilmeli, köşe yazarları bu doğrultuda yazılar yazmalıdırlar. Söz konusu
sistem bir diktatörlük olduğundan, bu kurallara uymayanlar mutlaka
dışlanmaktadır. Tüm dünyanın bildiği fakat sessizce kabul ettiği bu sistemde
algı mühendislikleri de ona uygun şekilde yapılmaktadır. Global medyanın
idarecileri, kimi zaman hedefledikleri coğrafyada kullanabilecekleri bir kısım
kişileri devreye sokup diledikleri hedefe kolayca ulaşabilmektedirler.
Global medya
diktatörlüğü işte bu yöntemi özellikle son dönemlerde yoğun olarak PKK'ya
yönelik olarak kullanmaya başlamış ve söz konusu algı yönlendirmenin etkisiyle
bir kısım ülkeler PKK'nın terör listesinden çıkarılmasını bile dile getirir
hale gelmişlerdir. Öyle ki, yaklaşık 40 yıldır Türk askerini, Kürt halkını
acımasızca şehit etmiş olan, sadece kalleşçe, sinsice saldırmayı bilen bu kahpe
örgütün üyelerinin bir ayı yavrusunu severken resimleri gündeme oturmuş ve şu
başlık atılmıştır: "Türkiye, ellerinde bir yavru ayıyı tutan bu adamı hala
terörist zannediyor. Gerçekten öyle mi acaba?"73
Bir teröristi adeta bir
şefkat sembolü gibi göstermek, bunu dünyanın en büyük gazetelerinden birinde
sunmak, bu algıyı oluşturmak için de genellikle Ortadoğulu yazarları seçmek,
tam olarak kastettiğimiz mühendislik taktiğidir. Batı derin devleti, söz konusu
taktiği o kadar kabaca, o kadar bilinen yöntemlerle ve o kadar aleni
uygulamaktadır ki, asıl hedefinin anlaşılıp anlaşılmamasından çekinmemektedir.
Ne de olsa söz konusu medya diktatörlüğünü eleştirebilen, söz konusu
diktatörlüğe dur diyebilen yoktur.
Bu algı operasyonunun
etkisi kuşkusuz çok büyüktür. Özellikle Batı halkı, sadece bu yayınlardan elde
ettikleri bilgilerle PKK'yı adeta mazlum bir topluluk olarak değerlendirmekte;
bu örgütün zalim, kalleşçe sırttan vuran ve yıllarca mazlumları katletmiş ve
kendi içinde de sayısız infaz gerçekleştirmiş son derece tehlikeli bir
yapılanma olduğunu fark edememektedir. Elbette bu operasyon neticesinde
"Kürtlere zulmeden Türkiye" görünümünü de vermek oldukça kolay
olmaktadır. Özellikle komünizm tehlikesini bilmeyen bir kısım Batılılar, Kürtleri
PKK'nın temsil ettiğini zannetmekte, Türkiye'nin tüm Kürtlerden nefret ettiği
sonucuna varmaktadırlar. Oysa Kürtler, Türkiye'nin şanı, şerefi, dürüstlüğü ve
efendiliğinin sembolü olan eşi benzeri bulunmayan birer değeridirler. PKK ise,
asıl olarak Kürt kardeşlerimize zulmeden, başta Kürt kardeşlerimizin başının
belası olan, şerefsiz ve kahpe bir terör örgütüdür. İşte ikisinin arasındaki
fark bu kadar açıktır.
TIME dergisi "Yeni
Ortadoğu'da dolaşmak" başlıklı kapak konusunda, terör örgütü PKK'ya
katılan kadınları yüceltirken, Öcalan'ı da sözde karizmatik lider olarak
övmektedir. Dünyaca ünlü kadın dergileri ELLE ve Marie Claire de aynı şekilde,
PKK'lı kadın teröristleri öven yazılar yayınlamışlardır. Alman Der Spiegel,
kapaktan verdiği "Teröre karşı tek başına" başlığındaki haberde,
PKK'yı Batı'nın son umudu olarak göstermektedir. Rusya'nın Kommersant yayın
grubuna ait Ogonyok dergisi PKK'lı kadın teröristleri öven ifadeler
kullanmıştır. Newsweek, Kobani'yi büyük bir zafermiş gibi sunarken PKK'nın
Suriye kolu olan YPG ve YPJ'yi gündeme taşımıştır. Almanca yayın yapan Marx21
dergisi, PKK konusundaki övgü dolu yorumları, "Kürdistan'a özgürlük, fakat
nasıl?" başlığıyla yayınlamıştır. BBC de sürekli PKK'yı övücü yayınlar
yapmaktadır.
Global medya
diktatörlüğü ve onun etkisi ve himayesindeki basın organları, kolayca beyazı
siyah, siyahı ise beyaz gösterebilme gücüne sahiptir. Bu sinsi taktiğin
farkında olmayanlar ise genellikle bu algı operasyonu ile kolaylıkla
yönlendirilebilen insanlardır. Maalesef bu kişilerin sayısı da bir hayli
fazladır.
Ortadoğu ve Asya'nın
Yancıları
İslam'ın ve
Müslümanların menfaatinin yanında olmak yerine Amerikan, İngiliz, Alman ve
diğer derin devletlerin yanında olanların karakter ve mantık bozukluklarını iyi
tanımak son derece önemlidir. Yancı kişiliğe sahip bu insanların en belirgin
özellikleri, aşağılık kompleksi içinde olmaları ve bunu züppelik felsefesiyle
örtmeye çalışmalarıdır. Asya ve Ortadoğu ülkelerinde sıkça rastlanan bu
tipler kendilerince itibar edinmek için bir çok tavizde bulunmakta, daha da
kötüsü diğer insanlara da kendileri gibi taviz vermeyi telkin etmektedir.
Allah'a iman eden, tüm gücün ve kudretin sahibinin Allah olduğunu bilen bir
Müslümanın asla göstermeyeceği bu bozuk karakter, çoğu ülkede –bu kişilerin
telkinleriylehızla yayılmaktadır. Bu durum, toplumsal bir hastalığa dönüşmeden
gerekli tedbirlerin alınabilmesi için doğru teşhisin yapılması ve bu kişilerin
ahlak ve mantık bozuklarının deşifre edilmesi son derece önemlidir.
CIA gibi istihbarat
örgütlerinin ve bu örgütlerin uzantısı olan düşünce kuruluşlarının önemli
faaliyetlerinden biri de Ortadoğu ve Asya toplumları içinde
yönlendirebilecekleri kişileri tespit etmektir. Ancak çoğu zaman CIA ve diğer
istihbarat örgütleri doğrudan bunlarla muhatap olmazlar, çeşitli düşünce
kuruluşlarını veya diğer yazarları aracı olarak kullanırlar. Aşağılık kompleksi
içindeki bu kişileri tespit ettikten sonra, kalıplaşmış çeşitli üslup ve
mantıklarla bu kişileri etki altına alırlar. “Sen çok yeteneklisin, iyi ve
ünlü bir yazar olabilirsin”, “çok zekisin, zekanla diğer insanlar arasında
dikkat çekiyorsun”,“diğerlerinden çok farklısın” diyerek bu kişilere
yaklaşmaya başlarlar. Yancı karakterli kişileri etki altına almak için sıkça
kullandıkları mantıklardan biri de,“Sen zeki ve modernsin, Müslümanlar yanlış
tanınıyor, insanlar seni görseler çok etkili olur” ‘kafalama'sıdır.
Karşılarındaki kişinin aşağılık kompleksini iyi teşhis ettikleri ve bu tip
kafalama cümleleriyle rahatça etki altına alacaklarını bildikleri için, bu ve
benzeri mantıkları sık sık kullanırlar.
Bundan sonraki aşama
aşağılık kompleksi içindeki bu sözde yazarların yazılarını kontrol altına
almaktır. Aslında bu kişilerin çoğunun yazı yeteneği olmaz, ancak bir şekilde
bu kişiler yazar haline getirilir. Önce ülke içinde sonra uluslararası bazı
site veya gazetelerde bu kişilerin yazması sağlanır. Bir süre sonra bu kişiler
bir şekilde "ünlü" olur. Ve bu yazıların hepsi mutlaka kendisine bu
imkanı sağlayanlar tarafından denetlenir, düzenlenir ve çoğu zaman baştan yazılır.
İlk başlarda “şu cümle yerine bu olsa daha iyi olur, ne dersin?” diye
başlayan tavsiyelerle bir süre sonra bu yazılar, tamamen derin odakların
fikrinin savunulduğu hale dönüşür. Uluslararası arenada, Müslüman bir ülke veya
Müslümanlar aleyhinde tek kaynaktan çıkmış olduğu her halinden belli olan
onlarca yazının arkasındaki tezgah da budur.
Bu sistemin işleyişinin
temelinde ise Ortadoğu ve Asya ülkelerindeki bazı yazarların yancı karakteri
vardır. Bu yancı karakterin özelliklerini biraz daha detaylı inceleyelim:
Aşağılık Kompleksinden Kaynaklanan Eziklik
Aşağılık kompleksi
özellikle Ortadoğu ve Asya'da yaygın olan bir psikolojik sorundur. Bu kompleks,
kişinin başkasının karşısında, özellikle de kendisinden üstün olduğunu
düşündüğü kişilerin karşısında, kendisini değersiz görmesinden kaynaklanır.
Teninin renginden,
dilinin farklı olmasından, imkanlarının Batı'ya oranla sınırlı olmasından
dolayı birçok Asyalı ve Ortadoğulu daha en baştan ezikliği kabul eder. Bu
kişilerin hastalıklı zihniyetine göre bir Ortadoğu veya Asya ülkesinde doğmuş
olmak, Arap, Pakistanlı, Hint veya Mısırlı olmak eziklik duymak için
yeterlidir. Batı'da doğmuş olanlar ınher hâlükârda kendilerinden üstün olduğu
düşünülür.
Kendilerine saygı
duymadıkları için başkalarından da saygı görecek bir kişilik geliştiremezler.
"Efendisi" olarak gördükleri kişiler karşısında duydukları eziklikten
dolayı adeta azap çekerler ve bu azap duygusunu onları mutlu ve memnun etmek
için çaba harcayarak örtbas etmeye çalışırlar. Sürekli olarak kendini yancılığını
yaptıkları kişilere ispatlama gayreti içindedirler. Bu sebeple de kendilerine
ait düşünceleri, yorumları, fikirleri değil kendilerine dikte edilen,
savunduklarında takdir toplayacaklarını düşündükleri fikirleri savunurlar.
Doğru olan hayatı değil, “böyle yaparsan takdir edilirsin” denilen
hayatı yaşarlar.
Yancılar, Efendileri
Tarafından Adım Adım Özenle Yetiştirilir
Yancı karakterli kişiler
istihbarat örgütleri ve bu örgütlerin uzantıları olan bazı düşünce kuruluşları
açısında kullanışlı bir malzemedir. Söz konusu yapılar, çoğu zaman kendileri
gündeme getirdiklerinde etkili olmayacak ya da ters etki yapabilecek konuları
bu kişiler aracılığıyla gündeme taşırlar. Örneğin bir Amerikalı'nın Türkiye
aleyhinde yorum yapması uluslararası kamuoyunda o kadar büyük bir anlam
taşımaz. Türk kamuoyunda ise itici durur. Ama Türk bir yazar Türkiye aleyhinde
tespitlerde bulunuyor ve yazıyorsa bu çok daha sansasyonel bir durumdur. İşte
bu yüzden yancıların tespiti, eğitimi ve kullanılır hale getirilmesi önemli bir
süreçtir.
Aşağılık kompleksine
sahip yancı karakterli kişiler belirlendikten sonra, titiz ve uzun bir
süreç içinde bir tür eğitimden geçerler. Bu kişilere, "Sen aydınsın,
diğerlerinden çok farklısın" diyerek yaklaştıktan sonra adım adım
kişiyi kendi istedikleri kalıba sokarlar. Ve bu süreçte, yancıların tüm
güçleriyle kendilerini beğendirme çabası "efendiler"in en çok işine
yarayan husustur. "Zeka"sına ve "bilgi"sine övgüler
yağdırarak etki altına almaya başladıkları kişiye bir yandan kendi
felsefelerini enjekte ederken bir yandan da bu kişiyi yazar haline getirirler.
"Şu konuda bu cümle o kadar iyi olmamış", "istersen şöyle
ifade et" diyerek yapılan yönlendirmeler, aslında eğitimin birer
parçasıdır. Bu kişiler bu ince eğitimle hem yazar haline getirilir hem de
belirli bir felsefe bunlara işlenmiş olur. Yazılardaki ufak tefek cümle
düzeltmeleri bir süre sonra, "istersen o kısmı ben
yazayım" şekline dönüşür. Yazıya paragraflar eklenir paragraflar
çıkarılır. Bu esnada yancı da "ideal" yazının nasıl olması
gerektiğini öğrenmeye başlamıştır. Böylece artık ortak bir aklın, belirli bir
mantığın savunucusu olan seri üretim yazılar ortaya çıkar. Özellikle yurt
dışında okuduğunuz bir çok yazı bu şekilde hazırlanmaktadır.
Yancıların eğitimi
yazılarıyla da sınırlı kalmaz. Hangi ortamda nasıl davranacakları, nerede ne
giyecekleri, hangi konularda ne şekilde espriler yapacakları, olaylar
karşısında nasıl tepki gösterecekleri ince ince kendilerine öğretilir. Batı'da
ünlü olmak için, malum çevrelerden takdir görmesi için, ülkesinde pohpohlanıp
"ne önemli insanmış" denilmesi için çizilen bu modele uymaları
gerektiği öğretilir. Bir süre sonra ortaya kendi inancı, yorumu, fikri olmayan,
tamamen "efendisi"nin inancına, felsefesine, yaşam stiline bağlı
tipler çıkar.
Bu arada kişi çok önemli
bir çevre içerisinde arkadaşlar edindiği kanaatindedir. Böyle bir arkadaş
çevresi edindiği düşüncesiyle de aşağılık kompleksini bir nebze de olsun
hafifletmiş olur. Sistemi kuranlarda da özellikle bu hissi vermeye özen
gösterirler. CIA için çalıştığını itiraf eden Alman Gazeteci Udo Ulfkotte,
yakın zamanda yaptığı açıklamasında bu sistemin nasıl çalıştığını net bir
şekilde özetlemiştir:
"Benim kabul etmemdeki sebep ise fakir bir aileden
gelmemdi. Birden parasız bir çocuğun mükemmel şekerlerle dolu bir dükkana
düşmesi gibi oldu ve her şey bedavaydı… Bana para yerine parayla alınamayacak
hediyeler sundular. Mesela ABD Oklahoma Eyaleti'nde onursal vatandaşlık ödülü,
altın saatler, 5 yıldızlı seyahatler ve hatta kadınlar. Ama en önemlisi 5
yıldızlı iş ağına dahil edilmekti. Herhangi bir durumla karşı karşıya
kaldığımda yardım isteyebilirdim çünkü ağdaki en yüksek rütbeli insanları
tanıyordum. Şansölyelerle aynı diplomatik ortamlarda olmak üzere
seçiliyorsunuz. Yabancı ülkelere seyahat ederken uçakta etkili kişilerin yanına
oturtuluyorsunuz. Size güveniyorlar. Bu çok güzel bir duyguydu."
Görüldüğü gibi, sistemin
hayat damarı kendisine tabi kılmayı amaçladığı kişinin, "şöhret
olmak", "ünlülerle aynı çevrede bulunmak", "takdir
görmek" gibi duygularını tatmin etmektir. Bakanlarla, milletvekilleriyle,
başbakanlarla aynı ortamda bulunmak, yani "sen önemlisin" imajı
vermek söz konusu kişiler için paradan çok daha değerlidir.
Aferin Almak Arzusu,
"Efendisi"ne Yaranma Mantığı
Aşağılık kompleksi
içinde olan insanların en hassas noktaları "adam yerine
konuldukları"nı görmektir. Bunu iyi bilenler küçük jestler ve hediyelerle
bu kişileri kolaylıkla kendilerine bağlarlar.
Yancı karakterli ezik
kişilerin etki altına alınmaları için pahaca büyük hediyelere ihtiyaç yoktur.
Çok hırslı gibi görünseler de, çok yüksek bir makam ya da ünvan beklentisi
içinde de değildirler. Onları rahatlatacak en önemli şey, özendikleri
çevrelerden aferin almaktır. Zira asıl eziklikleri bu kişilere karşıdır. Kendi
ülkelerinde devlet yönetiminde dahi olsalar, çok büyük bir şirketin yöneticisi
konumuna bile gelseler yancısı oldukları kişilere karşı bu ezikliği
üzerlerinden bir türlü atamazlar. Dolayısıyla onlar tarafından beğenilmek ve
takdir edilmek arzusundan da hiç kurtulamazlar.
Beğenilmek, takdir edilmek,
onore edilmek, itibar görmek amacında oldukları için "aferin çok iyi
yazmışsın”, "aferin çok iyi konuşmuşsun" sözlerini duymak adeta
ayaklarını yerden keser. Bu "aferin" sözünü duymak için, kendi
çevrelerinin, sevdiklerinin, ülkelerinin aleyhinde yorum yapmaktan çekinmezler.
Herkesi amansızca kötüler, sürekli tepeden bakarlar. Çoğunlukla yazılarının ana
konusu da bu aleyhte yorumlar olur. Müslümanlar aleyhinde konuştukça,
kendilerince Müslümanları eleştirdikçe, Müslümanlara tepeden baktıkça yüceleceklerini
zannederler. Hatta çoğu zaman, "bakın kimse benim kadar Müslümanları
eleştirmez, bunları en iyi ben tanırım en iyi de ben aşağılarım"
modundadırlar. Ya da ülkelerinin ne kadar "anti demokratik",
"geri kalmış", "baskıcı" olduğunu anlatırlarsa o kadar
"müthiş" tespitlerde bulunduklarını düşünürler. Bu sebeple
yazılarının büyük kısmı, kendi ülkelerini yabancılara kötülemek, kendi
insanlarına tepeden bakan yorumlar yapmak, "ben onlardan farklıyım, ben de
aslında sizin gibiyim" mesajı vermek üzerine kuruludur. Bu yazılarda ve
yorumlarda akılcı samimi eleştiriler ve çözümler değil, baştan sona propaganda
ve "aferin" alma gayreti vardır.
Müslümanların veya
yaşadıkları ülkenin elbette eleştirilmesi gereken yanlış tutumları olabilir, bu
eleştiriyi yapmak da gereklidir. Ancak bu yancı kişilerin amacı eleştiri
yaparak hataların düzelmesine vesile olmak değil, yancısı oldukları çevrelerin
takdirini kazanmaktır. Bu durumda yazıları, yorumları, açıklamaları da söz
konusu çevrelerin propagandasının bir parçası olmaktan öteye gitmez.
Cinselliklerini de
Yancılığını Yaptıkları Kişilere Sunarlar
Klan gibi yapılanması
olan bu düzenin en korkunç yönlerinden biri ise, Ortadoğu ve Asya'nın
yancılarının cinselliklerini de "efendi"lerine sunmalarıdır. Erkek
veya kadın olsun yancı karakterli bu kişiler, kendilerini fiziki ve cinsellik
açısından da, üstün gördükleri, efendi olarak kabul ettikleri tiplere
beğendirmeye çalışırlar. Ortadoğu ve Asya'nın genç kızları, Batı'daki derin
yapılanmaların orta yaşı geçmiş, maddi imkanları geniş bazı tiplerine adeta
sunulur.
Nasıl ki zaman zaman
sinema sektöründe ünlü olmak isteyen genç kızlar cinselliklerini kendilerini
ünlü yapacağına inandıkları insana sunarlarsa, Ortadoğu ve Asya'nın ezik,
özenti, aşağılık kompleksi olan bazı kadınları da tanınan bir gazetede yazısı
yayınlansın, ünlü bir kanalda yorumlarına yer verilsin diye cinselliğini sunar.
Filistinli, Pakistanlı, Mısırlı birçok genç kadının bu tarz ilişkiler kurarak
ve ilişkileri kullanarak belli çevrelere dahil olduğu bilinen bir durumdur.
Kabul görmek için
cinselliğini sunan bu genç kadınlar, garip bir yapılanmanın içine dahil olmuş
olurlar. Burada sadece bağlantı halinde olduğu efendisine değil, efendisinin
yönlendirdiği kişilere de cinselliğini sunmaya mecburdur. Bu, çok aşağılayıcı ve
küçük düşürücü bir durum olmasına rağmen söz konusu çevrelerde pek yadırganmaz.
Filistinli güzel bir kızın, ünlü bir Musevi iş adamıyla birlikte olmaya
başlaması, bu sayede hayatı boyunca imrendiği çevreye dahil olması, bu çevrede
tutunabilmek için başka "efendilerle" de ilişki içine girmesi sıkça
rastlanan bir durumdur. Derin Amerika ve derin İngiltere siyaseti içinde yer
alan bir çok politikacının da bu durumdan istifade ettiği bilinmektedir. Eski
Bakanlar, eski Başbakanlar, eski milletvekillerinin de dahil olduğu bu klan
tipi yapılanma içinde birçok Ortadoğulu ve Asyalı genç kız çok acı bir şekilde
kullanılmaktadır.
Halk, gazeteleri
okurken, televizyonda yorumları seyrederken bu acı gerçeğin farkında olmaz. Bu
insanları kendi fikirlerini anlatıyor, üzerine düşünüp araştırma yaptığı
bilgileri aktarıyor zanneder. Oysa cinsel açıdan dahi söz konusu çevrelerin
kontrolü altına girmiş bu kişilerin kendilerine ait bir fikirleri veya
yorumları olması mümkün değildir.
Efendilerine Olan İnanç
Teslimiyeti
Ortadoğu ve Asya'nın
yancılarının en dikkat çeken özelliklerinden biri de efendilerine olan inanç
teslimiyetidir. Yani, bu kişiler Kuran'a, Peygamberimiz (sav)'e ve vicdanlarına
Allah'ın ilham ettiği doğruya göre değil, kendileri için biçilen sisteme göre
bir inanç geliştirirler. Yancılığını yaptıkları kişilerin dünyaya bakış açısını
tamamen kabullendikleri gibi, inançları da onların yorumlarına göre
şekillendirirler. Allah'ın dediğini önemli görmezler, ama haşa ilah gibi
gördükleri derin Amerika'nın, derin İngiltere'nin ne dediğini çok önemli
görürler. Kuran'da yazanı uygulamazlar ama adeta putlaştırdıkları efendilerinin
her dediğini uygularlar. Müslümanların, İslam coğrafyasının menfaatini
düşünmezler ama köle gibi bağlandıkları çevrelerin menfaatini en ince detayına
kadar korurlar. Aslında bu tavırları, Müslümanlara karşı duydukları bilinçaltı
kinin, İslam coğrafyasında doğdukları için duydukları bilinçaltı öfke ve
ezikliğin dışa vurumudur.
Örneğin savundukları bir
fikir yüzünden Müslümanların zarar görecek olması bu tipleri hiç rahatsız
etmez. "Teröre karşı tavır koyuyorum", "İslam'ın gerçekte bu
olmadığını" anlatıyorum kılıfı altında mazlum, sivil Müslümanları büyük
bir açmazın içine sokarlar. Başta Irak ve Suriye olmak üzere, Pakistan, Yemen,
Afganistan gibi birçok ülkede gerçekleşen hava saldırılarını savunmak bunlardan
biridir. Hava bombardımanı kadın, çocuk, yaşlı hasta ayırt etmeden hedef
seçilen alandaki insanların hepsini birden yok eden, toptancı bir cezalandırma
yöntemidir. Ve ne vicdana ne insan hakları ve hukuka uygundur. Dünyanın hiçbir
demokrat ülkesinde, ağır suç işlemiş insanı yakalamak için köyler, kasabalar
yok edilmez. Hiçbir demokrat ülkede cani bir katil dahi yargılanmadan başına
bomba yağdırılarak öldürülmez. Ama söz konusu olan İslam coğrafyası olduğunda
derin çevreler hukuk ve demokrasi değerlerini rafa koyarlar. İşte bu aşamada bu
insanlık ve vicdan dışı uygulamayı kamuoyuna "makul" gösterme
sorumluluğu da Ortadoğu ve Asya'nın yancılarına düşer. Bu kişiler,
"terörle mücadele" adı altında, İslam coğrafyasını yakıp yıkacak,
yerle bir edecek, çok sayıda sivilin ölmesine sebep olacak yöntemleri dahi
hararetle savunurlar. Efendileri "öldürelim" diyorsa onlar da
"öldürelim" derler. Efendileri "bombalayalım" diyorlarsa
onlar da hep birlikte "bombalayalım, hatta daha da fazlasını yapalım"
derler. Oysa terörle gerçekten mücadele etmek isteyen, terörün fikri zemininin
ortadan kaldırılması gerektiğini bilir. Fikri hiçbir çalışma yapmadan silahla,
bombayla çözüm oluşmayacağını bilir. Daha da önemlisi şiddetin her zaman daha
çok şiddet doğuracağını da bilir. Ancak bu kişiler için önemli olan bu doğrular
değil, yancılığını yaptıkları kişilerden "aferin" almaktır. Sırf bu
"aferin" için, sırf daha çok takdir toplamak için Kuran'a uygun
olmayan, vicdansızca uygulamaları var güçleriyle savunur, katillerin yanında
saf tutmayı kabullenirler.
Bu yancıların inanç
teslimiyetinin bir başka çarpıcı örneği de hiçbir şekilde İslam Birliği'ni
gündeme getirmemeleri, hatta tam tersine birliğin kendilerince imkansız olduğunu
anlatmalarıdır. Allah Müslümanlara bir olmalarını emretmişken, Kuran'ın çok
sayıda ayetinde Müslümanların kardeş ve birlik olmaları gerektiği
anlatılmışken, bu kişiler ısrarla birliğe karşıdırlar. Bu karşı tavırlarını da
oldukça sinsi taktiklerle ortaya koyarlar. Mesela, açıkça "birlik
olmayalım" demezler. Çünkü bunun tepki alacağını bilirler. Bu yüzden mevzu
hadisleri kullanırlar. Peygamberimiz (sav)'e atfedilen, oysa doğru olmayan
"Ümmetin ihtilafında rahmet vardır" hadisini kullanırlar. Böylelikle,
"bakın Peygamber dahi birlik olmamak gerektiğini" söylüyor diyerek
Müslümanları etki altına almaya çalışırlar. Oysa Peygamberimiz (sav) Kuran'a
uygun olmayan bir sözü asla söylemez. Onlarca Kuran ayetiyle Müslümanların bir
olması emredilmişken, "ihtilafta rahmet var" demez. Müslümanlar için
rahmet birlik olmaktadır, çünkü bu Allah'ın emridir. Ne var ki, yancı
karakterli tipler için Allah'ın emri değil, uydusu olarak yaşadıkları
patronlarının menfaatleri önemlidir.
Türkiye'deki Yancılar
Dikkatlice bakıldığında,
çeşitli Ortadoğu ve Asya ülkelerinde yaygın olan yancı karakterinin
Türkiye'deki örneklerini görmek mümkündür. Kendi ülkesinin manevi değerlerinden
uzak, kendi kültürüne yabancı –daha doğrusu yabancı taklidi yapan-, Türkiye'nin
ortak değerlerini bilmiyormuş, halkın inançlarını ve değerlerini tanımıyormuş
havasında davranan, halkı küçük gören, kendisini çok kıymetli zanneden, son
derece dar bir açıdan olayları değerlendiren bu kişilerin en belirgin
yönlerinden biri de, Türkiye'nin menfaatlerini hiç umursamamalarıdır.
Bu kişiler tıpkı diğer
ülkelerdeki örnekleri gibi, sadece aferin almak için, uzun uzun Türkiye'yi
kötüler, Türk halkını küçümseyen yorumlar yapar, daha da acısı ileride
ülkemizin zararına olabilecek fikirlere aşkla destek verirler. Özellikle son
zamanlarda PKK'yı kendilerince kahraman özgürlük savaşçıları olarak göstermeye
çalışan, Türkiye'yi PKK tehdidiyle terbiye etmeye yeltenen, ülkemize "ya
PKK'ya destek verirsin, ya da sonuç çok farklı olur" tehditleri
savuran, bölünmeye zemin hazırlayan mantıklar öne süren yazıların ve yorumların
sayısının böyle artması da önemli bir göstergedir. Batı'daki bazı düşünce
kuruluşları tarafından servis edilen fikirleri birebir savunan bu kişiler,
ortaya koydukları mantığın nelere sebep olabileceğini düşünmezler. Takdir
görme, ünlü olma, hatta sadece yabancı bir gazetecinin yazısında adının geçmesi
umuduyla kendilerine telkin edileni savunurlar. Bu fikirleri savunduklarında
ultra modern, halkın göremediklerini görebilen, müthiş teşhislerde bulunan bir
kişi olarak algılanacaklarını sanırlar. Oysa derin yapıların kendisine
söylediğini tekrar etmekten öteye gidemeyen, kendi kişiliğini ve öz saygısını
yitirmiş olan, insanların büyük çoğunluğunun da acıyarak baktıkları
insanlardır.
Yancılar arasında
yancılık yarışı da vardır. Kimin daha çok aferin alacağı, kimin daha çok
yancılık yapacağı yarışıdır bu. Yarışta üstün gelebilmek için kendi ülkesinin,
kendi devletinin, kendi milletinin menfaatlerini tamamen bir kenara bırakıp,
nasıl daha fazla yaranabileceklerini düşünürler. PKK'nın hain bir terör örgütü
olduğunu; askerlerimizi, polisimizi şehit etmeye devam ettiğini bile bile,
PKK'ya övgüler yağdırmanın, teröristlerin affedilmesini gündeme getirmenin,
hatta utanmadan Türkiye'nin teröristlere silah yardımı yapması gerektiğini
söylemenin ardında da bu yancılık yarışı vardır. Yabancı basında sık sık
yayınlanan Türkiye aleyhtarı yazılar veya bu yazılarda yer alan bazı yorumlar
da bir anlamda bu yarışın tezahürüdür. "Belki beni de aralarına alırlar,
benim de adım onlarla birlikte anılır" umuduyla yapılan yancılık yarışı,
bir süre sonra kişinin her türlü çirkinliği kabul etmesine sebep olacak bir
tahribat meydana getirir. Çünkü bu kişilerde kendi davası, ideali, ailesi,
milleti, vatanı, inancı gibi kutsal değerlerin yerini "efendileri"nin
ne dediği ne düşündüğü endişesi alır.
Söz konusu kişilerin
efendilerinden öğrendikleri ve küçük düşürücü bir şekilde uyguladıkları bir
başka tavır bozukluğu da züppeliktir.
Ortak Felsefe: Züppelik
Züppelik Batı
ülkelerinin çoğunda yaygın olan bir tavır ve ahlak bozukluğudur. Ukalalık ve
bilmişlikle karışık bir üslup içinde olan bu insanların ses tonları, konuşma
vurguları, oturuş tarzları, şakaları, kendilerini ön plana çıkarma stilleri
ortaktır. Kendilerini diğer insanlardan farklı ve özel gören, bu "özel
hali" her hareketleriyle vurgulamak isteyen bir tavır içindedirler.
Abartılı mimikler kullanmak, konuşmaların arasında yabancı dilde kelimeler
sıkıştırmak, sakız çiğneyerek konuşmak, normalde hiç beğenmeyeceği şeylere
hayranmış gibi anlatmak; belki de hiç gitmediği yerleri çok iyi biliyormuş
gibi, bir kere yan yana geldiği insanları çok yakından tanıyormuş gibi,
hiç dinlemediği müziği çok seviyormuş, hiç izlemediği filmleri sanattan çok iyi
anlıyormuş gibi yorumlayarak hava atan konuşmalar yapmak züppeliğin en bilinen
özelliklerindendir. Züppe kişiler için, 5 yıldızlı bir otelin lobisinde
oturabilmek, bu otelin hediye olarak verdiği puroyu içip dumanını insanlara
doğru üflemek, elinde kadehle poz vermek, adı bilinen bir lokantanın kapısında
görünmek son derece önemli icraatlardır.
Kaliteli ve asil bir
insanın hayatında sıradan olan detaylar züppelerin hayatında abartılı öneme
sahiptir. Çünkü bunlarla yüceldiklerine ve değer kazandıklarına inanırlar.
Diğer insanlara da kendilerince sahip oldukları bu değeri göstermek
gayretindedirler. Züppelik felsefesinin her bir uygulamasıyla kişi, gözünde
büyüttüğü insanlara "ben de sizdenim" mesajını vermiş olur.
Bu yüzden züppelik bir anlamda da basit insanlar arasında ortak bir dil, ortak
bir felsefedir. Bir züppe diğerini gördüğünde hemen tanır, bir züppenin
dilinden yine en iyi başka bir züppe anlar.
Züppelik çok küçük
düşürücü ve aşağılayıcı bir hal olmasına rağmen, bir çok cahil insan züppelere
içten içe büyük bir hayranlık duyar. Lise çağlarından itibaren züppe tavrı
gösterenler insanlar arasında itibar görürken, mazlum ve efendi olan insanlar
çoğu zaman değer görmezler. Liselerde aksi, şımarık, ukala gençlerin ilgi odağı
olmasının sebebi de budur. Lise yıllarının ardından züppelik de gelişerek devam
eder. Okul çağında dinlediği müzik grubu, gittiği konserler, yaptığı
alışverişler züppeliğin malzemesiyken, ilerleyen yıllarda içinde bulunduğu
sosyal çevre, tatil için tercih edilen mekanlar, gezilen sergiler, makam-mevki,
arabasının markası, oturulan semt gibi geçici değerler önem kazanır. Bunların
her biri daha mazlum olanı psikolojik olarak ezmek için kullanılır.
Züppelik Ortadoğu ve
Asya'nın yancılarıyla efendilerinin ortak bir felsefesidir. Ancak yancılar
efendilerinden öğrendikleri züppeliği onların yanında asla yapmazlar.
Kendilerinden aşağı gördükleri, gariban, sıradan insanları ezmek için onların
yanında züppece davranırlar. Efendilerinin yanında ise son derece eziktirler.
Onlara züppelik yapmayı tahayyül dahi etmezler. Mısır'da, Bangladeş'te veya
Filistin'de Avrupa görmüş bir insanın kullandığı üslubu, yerel halka tepeden
bakarak yaptığı teşhisleri gözünüzde canladırmanız zor değildir. Avrupa'da veya
Amerika'da büyük eziklik içinde, köle gibi her denileni yapan, kişilik
göstermeden yaşayan tipler, kendi ülkelerine döndüklerinde, sanki o ezilen
kendisi değilmiş gibi, bambaşka bir karakter gösterirler. İşte bu, züppeliğin
bir uygulamasıdır. Durumun acı yönü ise, gariban halkın bu züppelik
uygulamasına çoğu zaman hayran kalması, bu kişileri adam yerine koymasıdır.
Oysa hayran olunması
gereken asıl ahlak, kaliteli ve asil mümin ahlakıdır. Dünyanın tüm nimetlerinin
sahibinin Allah olduğunu bilen, gücün ve kuvvetin sadece Allah'a ait olduğuna
iman etmiş, teslimiyetli müminin kişiliği kale gibidir; sağlam ve sarsılmazdır.
Gölge varlıklarla karşı karşıya olduğunun bilincinde, her an Allah'ın kendisine
şahit olduğunun şuurundadır. Basitliğe asla tenezzül etmez. Çağlar üstü modern,
çağlar üstü kalitelidir. Kendisini şekillendirmek isteyenlere göre değil,
Allah'ın istediği ahlaka göre yaşar. Yancıların çok önemli görüp kölesi haline
geldikleri efendilerinin de aciz birer kul olduğunu, hepsinin ölümlü varlıklar
olduğunu bilir. Bir insana gösterdiği saygı ve verdiği değer o kişinin
takvasıyla doğru orantılıdır. Kimseye karşı nezaketsizlik yapmaz, ama acz
içindeki insanların karşısında ezilmenin ne kadar küçük düşürücü olduğunu
bilir. Müminin nefsini karşısında koşulsuz ezeceği, candan bir teslimiyetle
teslim olacağı tek varlık Allah'tır.
5. BÖLÜM
TÜRKİYE NASIL BİR RİSK
ALTINDA?
Öncesinde çeşitli
görüşmelerle şekillenen ve resmi olarak 2013 tarihinde başlayan ülkemizdeki
çözüm sürecinde herkesin beklentisi silahların tümüyle susması idi. Fakat söz
konusu çözüm süreci başlangıcında daima şu uyarıyı yaptık: Müzakereler,
karşılıklı görüşmeler veya ikna çabalarıyla gerçek bir çözüme ulaşılması mümkün
değildir. PKK'nın Leninist ve komünist ideolojisi, sinsi ve kanlı yöntemlerle
mutlaka bölünme hedefine doğru gidecek, bu hedeflerinden hiçbir zaman
vazgeçmeyeceklerdir. Eğer çözüme doğru bir gidişat isteniyorsa bunun mutlaka
eğitimle yapılması gerekmektedir, bunun dışında hiçbir çözüm yolu yoktur.
O dönemden bu yana PKK,
öyle ya da böyle çeşitli yöntemlerle şehirlerin içine kadar girmiş, PKK
yönetimleri kendi seslerini etkili bir şekilde duyurur hale gelmiş, Öcalan, bir
anda ülkenin bir kısım sözde "Beyaz Türkleri" tarafından göklere
çıkarılmaya başlanmıştır. Aslında Türkiye, şu anda belki de tarihinde hiç
olmadığı kadar büyük bir risk altındadır. Bu bölümde söz konusu riskleri
inceleyeceğiz.
"Demokratik Özerkliğe"
Doğru Gizli Adımlar
Barış sürecinin resmi
olarak ilan edilmesinden yeniden çatışma ortamına girdiğimiz şu günlere kadar
geçen süreye bir baktığımızda, aslında Türkiye'de hem politik hem de algı
yönetimi açısından çok büyük değişiklikler olduğunu görürüz. Bu değişimlerin,
Türkiye açısından çok da iç açıcı değişimler olmadığını da belirtmek
gerekmektedir.
Bu süre içinde bir kısım
yazarlar tarafından Öcalan ile görüşmeler adeta bir meşrulaşma havası içinde
gösterilmiştir. Öcalan'dan gelen mektuplar PKK'ya yakın çevreler tarafından
"Sayın Öcalan'ın talepleri" başlığı altında okunmuş ve bu durum
oldukça normal karşılanır olmuştur. Öcalan, açık veya saklı bir üslupla
hükümete rahatlıkla eleştiriler yöneltebilecek, bütün bunlar çözüm sürecinin
doğal getirileri olarak algılanacak hale gelmiştir.
Bunların yanısıra, bir
kısım sol görüşlü yazar, politikacı, bürokratlar, "iyi ki Öcalan
varmış" diyecek kadar ileri gidebilmiş, daha da ötesi Öcalan'ın serbest
bırakılması gerektiğini önce yarım ağız, sonra açıkça talep edebilir hale
gelmişlerdir. Bazı gazeteciler Kandil'e gidip yıllardır Türk askerine hain
pusular kuran eli kanlı teröristleri adeta bir halk kahramanı edasıyla sunmaya
başlamışlardır.
İşte bu sinsi üslup
değişikliği, gerçekte önemli bir felaketin habercisi olmaktan öte bir şey
değildir. Bu üslup değişikliği, PKK'nın ve PKK'nın desteklediği unsurların,
gerilla yöntemlerinin yanı sıra daha içten, temelden, sinsi yöntemlerle
harekete geçmiş olduğunun bir habercisidir. Bu felaketin ilk habercisi, 30
Nisan 2014 tarihinde gerçekleşen yerel seçimler olmuştur.
2014 Yerel Seçimleri ve Sinsi
Planın İlanı
30 Mart 2014 tarihinde
yaşanan yerel seçim için Türkiye genelinde gerçekleştirilen hazırlıklara şöyle
bir baktığımızda, aslında bugünkü Türkiye için hiç yaşanmaması gereken bir
manzara karşımıza çıkıyor ve bazı partilerin miting programları Güneydoğu
bölgemizi kapsamıyordu. O bölgelerde özellikle gidip miting yapmaları gereken,
halkı kucaklamaları gereken muhalefet partileri, kendi vatanlarına ait
Güneydoğu topraklarına can güvenlikleri nedeniyle gidemediler. Kendi
topraklarında, kendi halklarını kucaklayamadılar.
Hatta Ak Parti
milletvekilleri dahi Güneydoğu'da rahatça hareket edemediklerini, mitinglerini
zorlukla yaptıklarını, il teşkilatlarında partililerin karşılama bile
yapamadıklarını ifade etmişlerdir. Ak Parti milletvekili Orhan Miroğlu bu
durumu "korku dağları bekliyor" şeklinde özetlemiştir.
Muhalefet partileri
tarafından söz konusu tedbirler, 7 Haziran 2015 tarihinde gerçekleştirilen
genel seçimler sırasında da alınmıştı. Bu tedbirler gerekliydi, çünkü
Türkiye'nin siyasi partileri kendilerine yönelik bir şiddet eyleminin her an
gerçekleşebileceğini, bölgede Devletin hakimiyetinin tam anlamıyla var
olmadığını biliyorlardı. Kendi topraklarının bir bölümü, vatanın siyasi
demokratik partilerine tam anlamıyla kapalıydı.
Bu durum şu an halen
bazı bölgelerde devam etmekte ve pek çok kesim tarafından normal
karşılanmaktadır. Oysa biraz düşünüldüğünde olayın vahameti ve o toprakların
halen nasıl bir tehdit alanı olduğu açıkça anlaşılabilmektedir.
30 Mart 2014 tarihli
yerel seçimlerin Türkiye için özel ve yerel seçimlerden öte bir anlamı olduğu
açık. Gezi olayları başta olmak üzere çeşitli ayaklanma ve olaylarla geçen
hareketli bir yılın ardından adeta bir güven oylaması anlamını taşıyan yerel
seçimlerin gösterdiği sonuçlar, her parti için ayrı bir önem taşıyordu. Çözüm
sürecinin sonrasındaki günlerde hükümetin Kürt halkına vermiş olduğu güvenceler
ve özellikle Güneydoğu bölgemizde gerçekleştirilen kalkınma ve gelişme planları
dahilinde en büyük beklenti, bu bölgemizde hükümeti temsil eden partinin veya
muhalefet partilerinin zafer ile çıkması idi. Fakat böyle olmadı.
Seçim haritasında
Güneydoğu illerinin tümünde BDP belediyelerinin zaferle çıkması, Ak Parti ve
MHP'nin geçmişte üstün olduğu şehirlerde BDP'nin üstünlük kazanmış olması
önemli bir mesaj veriyordu. Belli ki kale, içten içe fethedilmeye
çalışılıyordu. PKK'nın açıkça destek verdiği bir parti güçlenmişti. Bu durum
açıkça gösteriyordu ki çözüm süreci olarak adlandırılan ve PKK militanlarının
silahlarını bırakıp gitmeleri beklenen dönemde aslında PKK ülkeyi terk etmiş
falan değildi ve baskı sistemi devam ediyordu. Belli ki, bu defa Türkiye'nin
bölünmesi için farklı bir yöntem izleniyordu.
Bu detayların izahına
geçmeden önce şunu önemle belirtmek gerekir. BDP veya yeni adıyla HDP,
Türkiye'nin demokratik sistemi içinde yer alan siyasi bir partidir. Demokrasi
içinde kuşkusuz ki tüm diğer partilerle aynı haklara sahiptir. Devletin
koruması ve güvencesi altında legal bir parti olarak kuşkusuz ki görevine devam
edecektir. Bu partiye ve parti mensuplarına yöneltilmiş olan her türlü saldırı
veya uygunsuz söz demokrasiye büyük bir darbedir ve mutlaka hukuki karşılık
bulmalıdır.
Güneydoğu konusunda HDP
ile ilgili ayrımı yapmamızın yegane sebebi, bu partinin PKK tarafından
destekleniyor görünümüdür. Aslında birazdan KCK yapılanmasının detaylarında da
açıklayacağımız gibi, söz konusu partinin KCK/PKK tarafından ciddi baskı
altında tutulduğu da kuvvetle muhtemeldir. İşte bu gerçek, ülkemiz için büyük
bir tehdit teşkil etmektedir. Özellikle de çözüm sürecinin başından beri bu
parti yetkililerinin özerklik konusunu daha sık dile getirir olmaları, bu
konuda farklı bir dile geçiş yapmaları, Abdullah Öcalan'ı legal hale getirme
çabaları önemli bir tehlikenin işaretlerini vermektedir. Söz konusu Güneydoğu
bölgemiz olduğu için bu söylemlere sahip bir partinin özellikle o bölgedeki
zaferi, beraberinde haklı olarak tedirginliği de getirmektedir.
2015 genel seçimlerinin
ise Güneydoğu açısından daha vahim bir harita çizdiğini burada hatırlatalım.
Hatırlanacağı gibi HDP'nin güçlü çıktığı bölgeler sadece Güneydoğu bölgemizle
sınırlı kalmamış kuzeydoğuda Ardahan'a kadar ulaşmıştı. Burada özellikle yerel
seçimleri örnek vermemizin sebebi, PKK'nın desteğini alan bir partinin yerel
yönetimlere sahip olmasının çatışma dönemine girdiğimiz şu günlerde getirmiş
olduğu vahim sonuçlardır. İlerleyen satırlarda bu konu detaylı anlatılmaktadır.
"Demokratik
özerklik" Adı Altında Toprak Talebi
Bu algı mühendisliğinden
en çok pay alan sözcük kuşkusuz ki "demokratik özerklik" sözcüğüdür.
Özellikle 30 Mart 2014 yerel seçimlerinden sonra aniden daha fazla duymaya
başladığımız bu söz, aslında bölünmenin yumuşatılmış adıdır. Bölünmeyi savunan
siyasetçiler tarafından öylesine zararsız, öylesine şekerle kaplanmış halde
sunulmaktadır ki, Türk halkının bu konuyu neden bu kadar büyüttüğü adeta
sorgulanır hale gelmiştir. Bu kişilerin söylemlerine göre "demokratik
özerklik", demokratik bir eylemdir.
Oysa PKK dilinde
demokratik özerklik, demokratik bir eylem falan değildir. Ülkeyi bölmek için
demokrasi bir kılıf olarak kullanılmaktadır. Gerçekte PKK eğer özerk bir devlet
elde etmiş olsa, bu devlet demokrasiden uzak, komünist ve komünal sistem
üzerine kurulacaktır. Nitekim bu hayali devletin anayasasını oluşturan KCK
bildirgesi, bunu açıkça ilan etmektedir.
Demokratik özerklik
söylemi ile aslında verilmeye çalışılan izlenim, "biz doğrudan bölünmeyi
istemiyoruz" demek ama arka planda bölünmenin tüm gerekli unsurlarını
hazır edebilmektir. Bunun için öncelikle belediyelerin imkanları
kullanılacaktır. Yani imkanlar komünist propaganda için seferber edilecektir.
Yerel seçimlerin hemen
ardından yukarıda genel hatlarıyla anlattığımız algı mühendisliği devam
ederken, aralara sıkıştırılan ilginç, beklenmedik ve şaşırtıcı taleplerin
gündeme gelmesi de aynı yöntemin bir parçasıdır. Seçimlerin üzerinden henüz
birkaç hafta geçmesinin ardından Gültan Kışanak'ın "Petrolden pay
istiyoruz" çıkışı buna bir örnektir.74 Bu öyle bir laftır ki, sanki Güneydoğu'da Irak'ta
olduğu gibi özerk bir yönetim kurulmuş, Devletin ayrı, özerk bölgenin ayrı
kaynakları olmuş gibi bir izlenim vermek için kullanılmıştır. Güneydoğu bölgesi
bu ülkenin milli sınırları içindedir ve bu milli sınırlar içindeki her türlü
kaynakta olduğu gibi petrol geliri de, bu ülkenin milli hasılasına dahil
olmaktadır. Elde edilen her gelir, Türkiye sınırları içindeki her şehre ve bu
ülkenin her bireyine ulaşan bütçenin bir parçasıdır. Antalya'da yetişen
portakalın geliri nasıl aynı zamanda Güneydoğu'ya da akıyorsa, aynı şey Güneydoğu'da
çıkan petrol için de geçerlidir. Bu ülkenin bölünmez bütünlüğünün bir
getirisidir. Kışanak'ın bu ilginç çıkışı, yalnızca dikkatleri bu söyleme çekmek
ve alttan alta devam eden özerklik projesine katkıda bulunmak dışında bir amaç
taşımamaktadır.
Kışanak'ın, yerel
seçimlerden bir yıl önce özerklik talebini doğrudan dillendirmiş olduğu da
burada hatırlanmalıdır. 10 Şubat 2013'de Hürriyet gazetesine, "Dümdüz
bir yolumuz var: Özerk Kürdistan" çıkışını yapan yine Kışanak'tır.
75
Nitekim eski Diyarbakır
Yenişehir Belediye Başkanı Fırat Anlı, bu algı politikasının şehirlerin içinde
nasıl hayata geçtiğini tarif etmiştir. Anlı, "Şu anda zaten kısmen bu
modeli Güneydoğu'da uyguladıklarını, mahalle ve diğer meclislerin burada
kurulduğunu, güneyde de bağımsızlığa yakın bir federasyon oluştuğunu belirterek
yakında özerkliği ilan edeceklerini" belirtmiştir.
76 Bu açıklama üzerinden çok
geçmeden PKK saldırılarına kaldığı yerden başlamış ve yerel seçimler sonrası
HDP'ye adeta hediye edilen bazı belediyeler birer birer özerklik ilan etmeye
başlamışlardır. Yargı bu konuda hemen harekete geçse de, Güneydoğu'da karşımıza
çıkan bu feci manzaranın tavizler sonucunda oluştuğu gerçeğinin iyi düşünülmesi
şarttır.
Bu vahim durum aslında
açıkça "geliyorum" demiştir. Birkaç yıldır ısrarla uyarılarda
bulunduğumuz tehlike, aslında şu an hali hazırda ülkemizde haince uygulamaya
konmuş olan sinsi, illegal ve komünist bir devlet yapılanmasıdır. İsmi ise,
KCK'dır.
Legal Devlet İçinde Yapılanmış
İllegal Bir Devlet: KCK
KCK (Koma Civakên
Kurdistan Kürdistan Komünler Birliği), terör örgütü PKK'nın oluşturduğu bir
yapılanmadır. Bu yapılanma, amaçlarını ve kullanacağı yöntemleri "KCK
Sözleşmesi" isimli belge ile yürürlüğe koymuştur.
Söz konusu yönetmelikte,
bayrağı, yargı ve ordu sistemi ile aslında bir devlet tarif edilmektedir.
Örgütte, 300 delegeli Kongra-Gel yasama görevini üstlenmekte, yasama kanun
çıkartmakta, yürütme de uygulamaktadır. Sorun çıktığında ise devreye yargı
organları girmektedir. KCK sözleşmesi, bu devlet yapısının anayasasıdır. Terör
örgütünün birimleri ve örgüt üyeleri, sistematik bir yapı içinde bu devlet
sisteminde yer almışlardır. TBMM yerine alternatif bir yasama organı 2003'den
beri işbaşında olup KCK yapılanmasıyla fonksiyonel bir hale getirilmiştir.77
Üç kısımdan oluşan KCK yargı
sistemi, Türk Ceza Kanunu'nun suç saydığı hiçbir fiili ve yetkili yargı
sistemini tanımamakta, yani Türk Devletini ve adalet sistemini kendince
reddetmektedir. Bunun yerine kişileri, kendi hazırladığı yasalar dahilinde yine
kendi kurduğu mahkemelerde yargılamaktadır.
KCK, Güneydoğu'da,
özellikle Diyarbakır'da, "PKK" kaymakamları, "PKK" tarım il
müdürleri şeklinde "bürokratik atamalar" yapmaktadır.
"Atanan" sözde PKK'lı "yetkililerin" Türkiye Cumhuriyeti
kaymakamlarını makamlarında tehdit ettiğine dair haberler basın yayın
organlarında gündeme taşındığı gibi, TBMM'de soru önergeleri ile de hükümete
sorulmuştur. 78
KCK'nın ordusu
"asayiş birimleri" (YDG-H) adını almıştır. PKK adına vergi toplama,
kepenk kapattırma, cezalandırma, seçmenin ve seçim merkezlerinin baskı altına
alınması gibi faaliyetler "asayiş birimleri" aracılığı ile
yürütülmektedir. Bu birimler, şehirlerde PKK korkusunun devam etmesi,
vatandaşın üzerinde oluşturulan şiddet tehdidinin sürdürülmesi için kullanılmaktadırlar.
Sözde çözüm süreci devam ederken bile, Diyarbakır'da vatandaşlar sözde
"KCK devletinin bir ferdi olarak" devlete vergi ödemeye
zorlanmaktadırlar. 79
Savcılık iddianamesine
göre 17 Mayıs 2005'te, PKK'nın KCK adlı bir yapıya dönüştürülmesi 2005
yıllarında Öcalan'ın, komünist/anarşist yazar Murray Bookchin'in izahlarından
etkilenerek geliştirdiği devlet üstü konfederal model fikrinden ortaya
çıkmıştır. Plan üç aşamalıdır: Özgür önderlik, demokratik özerklik, demokratik
konfederalizm. Yani hedeflerin ilki Öcalan'ın serbest bırakılmasıdır; şu an
ülkemizde yaygınlaştırılan söylemlere ve bu yönde yarım ağız yapılan ahlaksız
tekliflere bir bakıldığında planın bu aşamasının hayata geçirilmeye
çalışıldığını görmek mümkündür. Bu sağlandıktan sonra demokratik özerklik aşamasına
geçmeyi, ardından da Türkiye, İran, Irak ve Suriye'den oluşan dört parçalı
konfederal bir devlet kurulması planlanmaktadır. Aslında metnin 4. maddesinin
l. fıkrasında geçen "Demokratik Toplumcu Ortadoğu Konfederasyonunu
geliştirmek" ibaresinden de anlaşılacağı üzere hedef sadece Kürt
bölgeleriyle kısıtlı tutulmamış bütün Ortadoğu plana dâhil edilmiştir. Bu da
göstermektedir ki; PKK'nın temeldeki hedefi, Türkiye dâhil tüm Ortadoğu'ya
komünist bir düzen getirmektir.
KCK aslında 2000'lerin
ortasında hapisten çıkan PKK'lıların siyaset yapmaları, örgüt içinde kalmaları,
kendilerini kenara atılmış, unutulmuş hissetmemeleri için bizzat Öcalan
tarafından keşfedilmiş bir siyasi istihdam formülüdür. KCK yapılanmasının temel
görevi ise, dağlardan ayrılarak kentlerdeki kontrolü ele alabilmek, PKK'nın
illegal çizgisini sözde legal görünümlü bir yapı dahilinde hayata
geçirebilmektir. Aslında bu şekilde, tüm dünya tarafından bir terör örgütü
olarak tanınmış olan PKK, KCK üzerinden "legal" bir görünüm altında
siyasi süreçlere müdahale etmeyi amaçlamaktadır.
Sözleşmede, KCK
yapısının kurucusu Abdullah Öcalan olarak gösterilmekte ve Öcalan'ın Yürütme
Konseyi başkanını görevlendirdiği ve konsey kararlarını onayladığına vurgu
yapılmaktadır. Yani açık bir şekilde KCK yapılanması, emir ve talimatlarını
Abdullah Öcalan'dan ve PKK lider kadrolarından almaktadır. Şehrin içinde siyasi
görünümlü eylemlerle kaleyi içten fethedecek bir yapılanma zaten Öcalan'ın çok
uzun zamandır istediği bir şeydir. Nitekim Öcalan ile yapılan görüşmeler
incelendiğinde, dayattığı yegane modelin KCK modeli olduğu görülmektedir. KCK,
legal bir görünüm altında şehirlere inerek, burada PKK nüfuzunu güçlü şekilde
hissettirmek üzere var olmuştur. Bu yapılanma altında, KCK'nin bölgedeki bazı
siyasi figürler, belediyeler ve Belediye Başkanları üzerinde baskı ve otorite
kurmaya çalıştığı, milletvekili ve Belediye Başkanlarını belirleme güç ve
yetkisine sahip olduğu da bilinmektedir.
Konuyla ilgili Stratejik
Düşünce Enstitüsü'nün analizi şu şekildedir:
KCK, şehirdeki kontrolü elinde tutmak ve legal siyaseti
PKK çizgisinde tutmakla görevli bir yapı... Öyle ki, bir Belediye Başkanı bir
yere gittiğinde, yanında mutlaka KCK'dan biri bulunuyor. Halk arasında bunlara
'komiser' deniyor. Belediye Başkanlarının, onların görüşlerinin dışına
çıkmaları mümkün değil. 80
Söz konusu yapılanma
aslında Stalinist sistemlerde yaygın olan bir örgütlenme biçimidir. Bilindiği
gibi Stalin de yazar, sendika, ordu gibi çeşitli örgütlenmeleri doğrudan
oluşturmuş ve buralarda "komiser" olarak isimlendirilen kişileri
göreve getirmiştir. Söz konusu komiserler aslında komünist birer militandırlar.
Onların görevi, söz konusu örgütlenmeleri kontrol altında tutabilmek, şehir
içinde hegemonyayı sağlayabilmek, muhalif sesleri belirleyip, sistemi kendi
istediği gibi düzenleyebilmektir. Şu an geldiğimiz noktada bu, PKK'nın söz
konusu yöntemle HDP üzerinde bir siyasi baskısı şeklinde yorumlanmaktadır.
Nitekim Stalinist kaynaklarda "komiser" terimi; "kontrol altında
tutulmak istenen yapılarla Stalin arasında sıkı ve bozulmaz iç bağlılığın
muhafaza edilmesi" olarak tanımlanmaktadır. 81
Kısaca KCK, illegal
örgüt hedeflerini gerçekleştirmek adına arka planda illegal örgüt üyelerini
bulunduran ama baskı yoluyla ön planda legal siyasi figürleri kullanan,
şehirlerden başlayarak bölgenin tümüne komünist bir sistem getirmeyi hedefleyen
bir yapılanmadır. KCK sözleşme metninden açıkça anlaşılabileceği gibi, bu
sistemin üye kabul eden, yasama gücü ve yargı organları olan, yargılayan,
silahlı mücadele birimi öngören, mahalli ve merkezi teşkilatları bulunan, vergi
toplayan, özellikle yerel yönetimler üzerinde söz sahibi olmaya çalışan bir
yapılanma niteliğinde olduğu açıktır; yani KCK sözde bir devlet gibi hareket
etmektedir. 82
Gazeteci-yazar Sedat
Laçiner'in şu tespiti önemlidir:
KCK, şehirde sivil itaatsizlik eylemlerini yönetecekti,
halkı eylemlere sokacaktı, Fransa'da olduğu gibi arabalar yakılacak, halkla
polis çarpışacak, dolayısıyla da devlet-halk karşı karşıya getirilmiş olacaktı.
Bunun yarattığı zemin üzerinden de, KCK Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne paralel
bir ikinci devlet olacak ve bu devletin bir kitlesini inş̧a etmeye
çalış̧acaktı. Devletin mahkemesi KCK'nın mahkemesi, devletin valisi KCK'nın o
ildeki sorumlusu gibi paralel bir otorite yaratma çabası olarak planlanmış̧tı.
KCK'nın çalışma yöntemlerinde ş̧iddet hâlâ merkezde.
Bir hareketi terör olmaktan çıkaran, şiddete ne kadar baş̧vurup
başvurmadığıdır. Anahtar kelime ş̧iddettir... İnsanlar terörist olduğunuzu
düş̧ünüyor ve sizden korktuğu için bazı eylemlere katılıyorsa, dükkanını
kapatıyorsa bu bir terör eylemidir. KCK'nın Diyarbakır'daki bir sorumlusu bir
mahkeme düzenliyor, ona insanlar istemese de gidiyor, yargılanma sonunda ceza
alıyorsa burada yasa dışı bir terör eylemi var. Bomba patlamıyor olması onu
terör eylemi olmaktan çıkarmaz. 83
Siyasi yapılanma denilen
örgütlenmenin, aslında tümüyle PKK'nın denetiminde, hatta PKK'nın baskısı
altında olduğunu ise gazeteci yazar Adem Yavuz Arslan şu şekilde ifade
etmektedir:
Görünen o ki Belediye Başkanlarını halk seçmemiş; KCK
isim önermiş ve olmuş. Hiçbir inisiyatifleri yok. Hatta eylemlere
katılmadıkları gerekçesiyle yargılanıp cezalandırılıyorlar. Bir temizlik işçisi
Osman Baydemir'i sorguluyor, ceza veriyor. 84
Bu aşamada, Meclis
içinde yer alan ve legal siyaset yapan bir kısım partilerin doğrudan KCK'nın
emri hatta baskısıyla hareket ettiği gerçeği her zamankinden daha fazla ortaya
çıkmaktadır. Aslında Pervin Buldan'ın, "Kandil, İmralı ve parti tek bir
vücut halinde mi hareket ediyorlar?" sorusuna verdiği cevaba dikkat
vermek gerekmektedir:
Açıkça şunu ifade etmekte yarar var, Kürt Özgürlük
Hareketi (PKK'yı kastediyor) ile Türkiye'de siyaset yapan kurumları
birbirlerinden ayrıştıramazsınız. Sonuçta özgürlük hareketinin içinde siyasi
mekanizmada görev yapanların yakınları, akrabaları, kendi çocukları var.
85
Adem Yavuz Arslan ise bu
konuyla ilgili şöyle devam ediyor:
BDP'li (HDP) siyasetçilerle ilgili bölümler ise
düşündürücü. Çünkü, BDP'liler adeta KCK elinde esirler. Hiçbir inisiyatifleri
yok. ... Nasıl konuşacağından tutun da nerede ne yapacağına kadar her şeyi
onlar belirliyor. 86
Konuyla ilgili olarak
gazeteci-yazar Ahmet Altan'ın şu saptamaları oldukça önemlidir:
Okuyun KCK sözleşmesini.
Bir diktatörlük anayasası o.
Okuduğum maddelerden dehşete düştüm.
Önce özgürlükçü anlatımlarla başlıyor sonra 'tek karar
mercii' olarak 'önderliği' gösteriyor.
'Önderlikle' aynı fikirde olmayan bir Kürt ne yapacak
bilmiyorum, öyle bir ihtimal o anayasayı yazanların aklından bile geçmemiş.
Onlara göre hiçbir Kürt, hiçbir konuda 'önderlikten'
farklı düşünemez anladığım kadarıyla.
KCK Yürütme Konseyi, Halk Özgürlük Mahkemesi
Savcılığını görevlendirebiliyor, yargıçları atayabiliyor.
'Basın komitesi' ise 'ideolojik ve ulusal birliğin
pekiştirilmesine yönelik çalışmalar' yürütüyor.
Gerçekten böyle bir düzende yaşamak istiyor mu Kürtler?
Türklerin yıllarca süren baskılarından kurtulmanın tek
çaresi, önderlikle, konseylerle, komitelerle yönetilen, 'ulusal birlik'
anlayışını resmîleştiren bir toplumda yaşamak mı?
BDP'li dostlarımız KCK'nın bu 'anayasasını' çok çağdaş
ve yararlı buluyorlarsa aynı maddeleri Türkiye'nin yeni anayasası için
önerecekler mi?
Türkiye'nin bir 'önderliği’, yürütme konseyi,
komiteleri olsun mu? Savcıları, yargıçları atama hakkı konseye verilsin mi?
Eğer bunları Türkiye anayasası için istemeyeceklerse,
bunları Kürtlere mi reva görüyorlar?
Türklerin asla kabul etmeyeceği, bugün artık kimsenin
Türklere teklif bile edemeyeceği bir anayasa neden Kürtlere Kürtler tarafından
dayatılıyor? 87
Söz konusu örgüt anayasası,
PKK tarafından Kürtlere dayatılmaktadır. Bir komünist diktatörlük anayasasının
bizim canımız ve parçamız olan Kürt halkına KCK yoluyla dayatılacak olması,
aslında Güneydoğu'ya ve sonrasında Ortadoğu'ya yönelik nasıl bir plan
yapılmakta olduğunu da gözler önüne sermektedir. Bunu daha iyi anlayabilmek
için KCK'nın neyi hedeflediğini daha yakından görmekte fayda vardır.
1. Diktatörlük Sistemi ve
Liderin Putlaştırılması
Komünist rejimlerde
sistemi yöneten Lenin, Stalin, Mao, Kim Il Sung gibi diktatörler, kendilerini
toplumun gözünde adeta bir ilah haline getirecek kitlesel bir beyin yıkama
programı yürütmüşlerdir. İngilizce'de bu liderlerin politikasını tanımlamak
için kullanılan "cult of personality" (kişi kültü) kavramı
"lider putlaştırmasını" ifade eder.
Lenin, Stalin, Mao, Kim
Il Sung gibi komünist diktatörler kitlelerin itaatinin sağlanması için
putlaştırılmıştır. Lider bazen halkın üzerinde parlayan bir güneş gibi
canlandırılmış, bazen de dev heykelleri yapılarak insanların bu heykellerin
önünde secde etmesi sağlanmıştır. Tüm bunların gayesi, komünist lideri, şaşmaz
bir yol gösterici olarak sunmak ve kendine itaat edenlere sözde mutluluk ve
yaşam sevinci getiren bir sözde "ilah" olarak tasvir etmektir.
PKK'nın lideri Abdullah
Öcalan da, ilk komünist devrim olan Rus Devrimi'nin lideri Lenin'le başlayan bu
putlaştırma yöntemini kullanmaktadır.
Bu eğilimin etkisini KCK
Sözleşmesi'nde "Kürdistan Demokratik Toplum Konfederalizmi Kurucusu ve
Önderi" başlığı altında yer alan 11. maddede görmek mümkündür. Sözleşmede
terör örgütünün başı, Kürt halkının lideri olarak gösterilen, halkın bütün
ihtiyaçlarını bilen ve karşılayan haşa bir ilah gibi tasvir edilmiştir. Güya o,
son karar merciidir, altındakilerin tümü ona tabidir. Önderlik olarak
isimlendirilen bu sözde ilahi şahsiyete karşı çıkmak Madde 33'te belirtildiği
gibi savaş sebebidir.
Terör örgütünün lideri
Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu isimli kitabında
kendini Kürt toplumunun her şeyini düşünen, planlayan, onlar için acı çeken ve
onlara özgürlük yolunu açan, kapitalist uygarlıkların vahşiliği karşısında
Ortadoğu'daki Kürt halklarının haklarını ve geleceklerini korumaya çalışan bir
önder gibi tanıtır.
Öcalan'ın kitabında
kendine ilahi bir görünüm verme çabası kamuoyunda KCK Davası olarak bilinen
davanın savcısının da dikkatini çekmiştir. İstanbul Cumhuriyet Savcısı Adnan
Çimen hazırladığı iddianamede, Öcalan'ın kendisini mitolojik ve cinsiyetsiz bir
yarı tanrı gibi göstermeye çalıştığını şöyle ifade etmiştir:
Hatta Öcalan, 'Urfa'dan çıkışını Hz. İbrahim (as)'ın
İbrani kabilesinden çıkışına, yakalanması sürecini de Hz. İsa (as)'ın çarmıha
gerilmesine' benzeterek kendisini kutsamakta ve kendisine mitolojik ve
cinsiyetsiz bir yarı tanrı sıfatı vermeye bile çalışmaktadır.
Dolayısıyla sözleşmede önderlik olarak
cisimleştirilmeye çalışılan Öcalan'a hem fiziki hem de ruhani bir kimlik
kazandırılmakta, Kürt halklarının tek ve evrensel temsilcisi olarak lanse
edilmekte, Öcalan üzerinden Kürt toplumu belirli bir refleks düzeyinde
tutulmaya çalışılmaktadır...
Ayrıca terör örgütü liderinin kendini Hz. İbrahim
(as)'e benzetmesi de trajikomiktir. Çünkü iddianamenin değişik yerlerinde
belirtildiği üzere kendisi Kürt halkının geri kalışından ve diğer
mağduriyetlerinden din faktörünü mesul tutmaktadır. Böylesi birinin kendini
halk nezdinde kutsal kabul edilen kavramlarla özdeşleştirmeye çalışması ise
sadece istismardır.
PKK'nın kurucularından olan fakat daha
sonra örgütten ayrılarak yurt dışına
yerleşen Selim Çürükkaya ise, Öcalan'ın kendine bakışındaki hastalıklı ruh
halini şu şekilde ifade etmiştir.
Kendisini sıradan bir lider görmekten ziyade, ulu bir
önder diye nitelendiren Öcalan, PKK içerisinde de ululuğunu kabullendirmek için
her akşamüstü 'Canımızla kanımızla seninleyiz ey başkan!’ diye slogan attırarak
militanların ebediyen kendisine sadık olmasına çalışmıştır.88
Öcalan'ın örgüt
üyelerine yaptığı bir konuşma da bu anlamda manidardır:
Ben kendimi müthiş ayarlayan birisiyim. İnsanlığın en
düşük seviyesinden en yücesine ulaşıncaya deyin kendimi bir tanrı kadar
bilinçli, yetkili ve iradeli kılmış durumdayım.89
Nitekim, KCK üyelerinin
teknik takibe takılan telefon görüşmelerinde Öcalan'ı peygamber gibi gördükleri
anlaşılmaktadır. "Kabe" olarak kabul ettikleri Öcalan'ın evini doğum
gününde ziyaret eden KCK'lılar "Tavaf ettik hacı olduk. Toprağına yüz
sürdük" ifadelerini kullanmışlardır.90
Benzeri bir başka olay,
Diyarbakır'ın Sur ilçesinde gerçekleşmiştir. İskenderpaşa Mahallesi'nde bulunan
ve BDP'ye yakınlığıyla bilinen EŞİT-ÖZGÜR-YURTTAŞ derneğinin duvarına yazılan
"Peygamber Apo'ya selam. KCK" yazısı çevre halkının tepkisine
neden olmuş ve yazı daha sonra bazı vatandaşlar tarafından boyayla silinmiştir. 91
Görüldüğü gibi KCK
sözleşmesinin öngördüğü "önderlik" kavramına göre Öcalan bir ilah
olarak kabul edilecek (Allah'ı tenzih ederiz) ve bunun sonucunda da kapsamlı ve
kanlı bir diktatörlüğün denetimi altında komün sistemi oluşturulacaktır. Bu
komün sistemini ise KCK sözleşmesindeki tarifler ışığında şöyle
inceleyebiliriz:
2. KCK Sözleşmesinin
Öngördüğü İlkel Komünal Toplum
Karl Marks, bugün
geçersizliği kesin bilimsel delillerle ispatlanmış olan Charles Darwin'in evrim
teorisinden yola çıkarak tarihi yorumlamış, canlılarda sözde ilkelden gelişmişe
bir diyalektik olduğunu varsaymış ve bunun tarihe de uygulanması gerektiğini
öne sürmüştür. Odağında materyalizmin olduğu bu sahte anlayışa göre sözde tarih
ilk insansılarla başlar. İnsansı denen bu hayali canlı ne tam insan, ne de tam
gorildir ancak alet kullanmayı öğrendikçe güya zaman içinde insansı özellikler
kazanmıştır. Bilindiği gibi bu sahte hikaye, bugün çocuklarımıza okul
kitaplarında halen anlatılmaktadır.
Daha önceki satırlarda
açıkladığımız önemli bir gerçeği bu noktada tekrar hatırlatmak gerekmektedir:
Bilimsel kanıtlar ışığında canlıların geçmişinde ilkelden gelişmişe bir değişim
hiçbir şekilde olmadığı gibi, tarih de, ilkelden gelişmişe bir diyalektik
içinde gelişmiş değildir. Dolayısıyla "ilkel" varlıkların yaşadığı
"ilkel" dönemler hiçbir zaman var olmamıştır. İnsanlık, var edildiği
dönemden bu yana akıllı ve medeni toplumlardan oluşur, hatta öyle ki, geçmiş
çağlarda şu an sırrına erişemediğimiz bizden çok daha ileri ve medeni
toplulukların yaşadığına dair izler vardır. (Detaylı bilgi için bkz. Harun
Yahya, Tarihi Bir Yalan: Kabataş Devri)
Marks'ın sahte evrim
hikayesine göre yorumladığı sahte tarih anlayışında yarı çıplak, maymuna
benzeyen, elinde mızrak tutan adamlar, ortada başıboş dolaşan çocuklar vardır.
Kadınlar meyve toplar ya da yemek yaparlar. Uğraşılarının büyük bir bölümü
yiyecek temin etmek olan bu insanlar her şeylerini paylaşırlar. Avladıkları
hayvanları ortaya yığar ve hep birlikte yerler. Silahlar, yiyecekler, hatta
kadınlar bile ortak kullanıma dâhildir.
Materyalistler ve
özellikle komünistler bu tarif ile biriktirmenin, aç gözlülüğün, bencilliğin
olmadığı bir toplum modeli tarif etmeyi hedeflerler. Marksistlerin iddiasına
göre mülk edinme, aile sahibi olma, biriktirme gibi bir kaygıları olmayan söz
konusu hayali toplumda hiçbir sosyal çatışma yaşanmayacaktır. Fakat aslında bu tarifteki
toplum öylesine dejeneredir ki, sadece özel mülkiyet değil, aile, ahlak ve din
anlayışı da yoktur. Tüm değerlerini yitirmiş böyle bir toplum içinde ise
çatışmalar, sokak ortasında gerçekleştirilen katliamlar, şiddetli kavgalar ve
savaşlar şeklinde kendini gösterecek; ahlaksızlık ve dejenerasyon tarif
edilemez boyutlara ulaşacaktır.
Vahşi kapitalizmin
elbette eleştirilmesi gereken çok acımasız yönleri vardır ve bu konu daha
önceki pek çok çalışmamızda detaylı incelenmiş ve kapitalist düşüncenin zararları
kapsamlı ele alınmıştır. Fakat kapitalizmin vahşi yönünü yermek adına
kurgulanmış bu hayali komün sistemi, inanç, din, kutsal değerler, aile, ahlak
gibi insanı insan yapan temel şartları yok sayarak daha korkunç bir sistemin
tarifini yapmaktadır. Allah korkusunun olmadığı bir ortam kısa bir zaman dilimi
içinde vahşet, şiddet ve psikopatlığın kök saldığı bir savaş alanı haline
gelecek, kadın ve çocukların orta malı olması toplumu önüne geçilemez bir
dejenerasyona doğru sürükleyecek, saygı duyulacak bir değer, kurum kalmamış
olacaktır. Toplumu oluşturan bireyler sahte evrim teorisinin iddialarını gerçek
sayarak birbirlerine gelişimini tamamlamamış birer hayvan muamelesi yapacak ve
şiddet oldukça kolaylaşacaktır. Unutulmamalıdır ki insanları ahlaksızlık ve
şiddete sürükleyen sebep sadece kapitalizmin getirdiği açgözlü sistem değil,
asıl olarak Allah korkusunun olmayışıdır. Hiçbir inancı ve değeri olmayan bu
hayali komün toplumu içinde mutlu bir tablo çizilmesi, bu sebeple olağanüstü
derecede aldatıcıdır.
Vahşi kapitalizmin
getirdiği felaketlerin sona ermesi isteniyorsa; insanların eşitlik, özgürlük,
sevgi, merhamet, insan hakları ve demokrasi ışığı altında yaşamaları
hedefleniyorsa bunun tek yolu Kuran'da tarif edilmiştir. İslam adına hurafelere
uyarak değil, sadece Kuran'a uyarak meydana getirilen bir sosyal sistem,
insanların tümünün refah ve adalet içinde mutlu yaşamalarını sağlayacak yegane
sistemdir.
PKK'nın hayal ettiği
komünal sisteme dönecek olursak, hiçbir bilimsel gerçeğe dayanmayan bu hikaye
KCK Sözleşmesi'nin başlangıç kısmında "Kürt halkının demokratik ve
komünal yaşamının tarihsel geleneğine sahip çıkarak" ifadesiyle
sahiplenilmiş, güya Kürt halkının böyle yaşadığı iddia edilmiştir. Gerek Marks,
gerekse onun fikirlerini esas alan Abdullah Öcalan'a göre günümüz toplumlarında
yer bulan kazanç ve mülk edinme, din ve ahlak gibi konular komünal toplumda
değerlerin kaybı olarak değerlendirilmektedir. PKK'nın yayın organlarından biri
olan bir internet sitesinde ise ilkel komünal toplum tarzında bir yaşayışın
sözde önemi şu cümleler ile anlatılmıştır.
Toplumsal varlığın oluşumundaki komünal nitelik, biçime
değil öze ilişkin bir husustur. Toplumun ancak komünal tarzda varlığını
sürdürebileceğini kanıtlar. Komünal niteliğin yitirilmesi toplum olmaktan çıkmakla
özdeştir. Komünal değerlerin aleyhindeki her gelişme toplumdan birtakım
değerlerin kaybı anlamına da gelir. O halde komün halindeki yaşamı temel yaşam
biçimi olarak değerlendirmek gerçekçidir. İnsan türü, varlığını, bu yaşam
biçimi olmadan sürdüremez.92
Burada “komünal
değerlerin aleyhindeki her gelişme” ifadesiyle din, ahlak gibi manevi
unsurların varlığı kastedilmektedir. Manevi hiçbir değer olmaksızın oluşturulan
böyle bir sistemde acıma, merhamet, sevgi gibi kavramların bulunması
imkansızdır; dolayısıyla bu çarpık inanışa göre insan değersiz bir varlıktır. İşte
bu anlayış sonucunda, örneğin üst kademedeki bir PKK'lı, emrindeki teröristlere
çatışmada yaralanan arkadaşlarının kafasına sıkıp kaçmalarını gönül rahatlığı
ile söyleyebilmektedir (bu konunun detaylarına "PKK'da İç İnfazlar"
başlığı altında değinilecektir). Bir gösteri sırasında çocukların
yaralanmasının ya da kadınların ölmesinin hiçbir değeri yoktur. Bu insanların
korkunç mantığına göre, Kürt dahi olsalar kadın ya da çocuk hepsinin değeri ancak
bir koyun kadardır yani feda edilmelerinde hiçbir sakınca yoktur.
KCK Sözleşmesi'nin giriş
kısmında komünal toplum düzenine yeniden dönülmesi gerektiği ve bunun örgüt
için önemi şu cümlelerle anlatılmıştır:
Komünal demokratik duruşun çağdaş değerlerle yeniden
yaratılması, sosyalizmin yeniden yükselen değer haline getirilmesidir.
Görüldüğü gibi hedef;
komünist düzeni tekrar inşa etmek, bunun için de günümüz ortamları içinde
komünal toplumu inşa etmektir.
Sorun şu ki, PKK'nın
özlem duyduğu komünal yaşam Güneydoğu Anadolu'daki Kürt kardeşlerimizin yaşam
şekli ile taban tabana zıttır. Komünal yaşamda din yoktur, Kürt halkı ise
dinsiz yaşayamaz. Komünal yaşamda aile diye bir mefhum yoktur; oysa Kürt
kardeşlerimiz için aile ve aşiret değerleri kutsaldır. Komünal yaşam, komün
üyelerinin diledikleri zaman, anne-kardeş-bacı fark etmeksizin diledikleri kişi
ile cinsel ilişkide bulunmalarını serbest hale getirmektedir. Böyle bir yapı,
Kürt kardeşlerimiz için adeta bir kabustur.
Sol görüşlü bir internet
sitesi bu durumu komün üyeleri için "Bu komünal yaşam tarzı içinde
serbestçe sevip, çiftleşerek fiziki ve toplumsal varlıklarını sürdürdüler…"93 diyerek anlatmaktadır.
3. Özgürlük Değil
Dayatma: KCK Vatandaşlığı
KCK Sözleşmesi'nin en
önemli özelliklerinden biri Türkiye Devletini tümüyle reddetmesi ve halka
"KCK vatandaşlığı"nı dayatmasıdır. Söz gelimi 5. maddede, "Kürdistan'da
doğup yaşayan veya KCK sistemine bağlı olan herkes KCK vatandaşıdır"
şeklinde bir ibare geçmektedir. Buradaki Kürdistan ifadesinin umarsızca
Güneydoğu Anadolu bölgemiz için kullanılmakta olduğu aşikardır. Sözleşmeye
göre, Güneydoğu'da doğmuş ve orada yaşamakta olan herkes sözleşmeyi kabul etmek
zorundadır ve dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı değil KCK vatandaşıdır.
Bir Kürt'ün sözleşmeye aykırı davranmaktan öte sözleşmeye ters bir şey
düşünmesi bile suç sayılmaktadır. Sözleşmeye uymamak, "ihanet ve
teslimiyet" olarak değerlendirilip cezalandırılacaktır. Cezalandırma
27-30. maddelerde düzenlenen "yargı erki" içinde "halk
mahkemeleri" tarafından yapılacaktır.
Bu uygulama, bölgede
etkili siyasetçileri dahi kapsamış, hatta uygulamaya geçirilmiştir. KCK,
Diyarbakır Belediyesi'nin eski Başkanı Osman Baydemir'i 2008 yılında
"Öcalan irademdir" kampanyasına imza atmadığı için, belediyede
temizlik işçisi kadrosunda görev yapan iki kişi tarafından yargılatmıştır.94
Gazeteci-yazar Murat
Yetkin, KCK mahkemeleri tarafından yargılanıp suçlu bulunan bir kişinin
kendisinden yana yakıla avukat istemesi gibi garip bir olayı anlatmış ve şöyle
devam etmiştir:
Asıl şaşırdığımız, vatandaşın bu durumu, yani PKK'nın
Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde, resmi mahkemelere paralel olarak mahkeme
kurmasını doğal, kararlarını da meşru karşılamış olması.
Görülüyor ki,
Güneydoğu'da PKK tarafından kurulmuş olan korku imparatorluğu, halkı bu sahte
mahkemelerle muhatap olmaya zorlamakta ve ciddi şekilde tehdit etmektedir. Söz
konusu yazıda Murat Yetkin şu doğru tespitte bulunmaktadır:
Leninist teoride 'ikili iktidarlar' denilen, bizim
'paralel devlet' diye ifade edebileceğimiz 'devlet içinde devlet' yapıları
bunlar; Kobani'deki (Ayn el-Arab) 'Kanton' örgütlenmesinin temeli de buydu
zaten. Yalnız mahkeme de değil… Diyarbakır kırsalında, Şırnak kırsalında,
PKK'nın sadece 'şehitliklerini' değil, kendi polisini, cezaevini, hatta dağa
adam gönderme amaçlı, kendi 'askere alma' noktalarını oluşturmuş olması.
95
Bütün bunların yanı
sıra, "KCK vatandaşı" olarak dayatılan kişiler, Sözleşme'nin 31-33.
maddelerine de uyum göstermek zorundadırlar. Söz konusu maddelerde "KCK
vatandaşları"na "meşru savunma yükümlülüğü" konmuştur:
"Herkes meşru savunma için hazırlıklı olmakla ve meşru savunma
çalışmalarını desteklemekle yükümlüdür... Tüm barışçıl eylemler boşa çıkarsa
ayaklanma ve öz savunmaya dayalı gerilla savaşları gündeme gelir..."
Bir başka deyişle halk, önce KCK vatandaşı olma zorunluluğunda bırakılmakta,
ardından da meşru savunma adı altında PKK üyelerinin girişeceği gerilla
savaşına katılmak mecburiyetinde kalmaktadır.
4. Örgütün Terörü
Meşrulaştırma Çabası
KCK Sözleşmesi'nde madde
4 ve madde 9/a'da "Kürdistan'ın emperyalist bir sömürge sistemi altında
olduğu" iddia edilmektedir. Burada kastedilen Türkiye'nin Güneydoğusu
ve Türkiye Cumhuriyeti Devletidir. Bu ifadelerde geçen Kürdistan ifadesi,
sadece PKK'nın bölücü emellerinde geçen sahte bir izahtır. Devletimizi bu
izahlardan tenzih ederiz.
Daha önceki bölümde
bahsettiğimiz "Meşru Savunma Yükümlülüğü" başlıklı Madde 32'de
ise PKK ve KCK elemanlarının düzenlediği terör eylemlerine, "sömürgecilik
karşıtlığı" gibi bir söylemle meşruiyet sağlanmaya çalışıldığı
görülmektedir. Ayrıca "uzun süreli halk savaşı stratejisi",
"karşı devrim", "devrimci zor" ve "ulusal kurtuluş
savaşı" gibi sözleşme metninde geçen terimler ile örgüt, asli yöntem olarak
şiddet kullanımını öne çıkartarak, 'terörü', meşru bir mücadele gibi sunmaya
çalışmıştır.
Hatırlatalım: PKK'nın
kuruluş manifestosu ve eylemleri temelde hep manifestoda "sömürgeci
güç" olarak tanımlanan Türkiye Devletinin yıkılması hedefini esas
almıştır. Dolayısıyla KCK anayasasında asıl planlanan, Güneydoğu'da kurulan
devletin cebren elde ettiği "KCK vatandaşlarını" yani Kürt halkını
"meşru savunma" adı altında terör eylemi yapmaya zorlamak olacaktır.
5. Mevcut Devlet
Yapısının Yıkılarak Yeni Bir Devlet Yapısının Kurulması
KCK Sözleşmesi'nin de
önsöz bölümünde "Kürdistan Demokratik Konfederalizmi bir devlet sistemi
değil, halkın devlet olmayan demokratik sistemidir" denmektedir.
Sözleşmede sık sık devlet kavramı sert bir biçimde eleştirilmekte ve sözde
yeryüzündeki tüm kötülüklerin nedeniymiş gibi sunulmaktadır. Bunun kuşkusuz en
önemli sebebi, komünizmin tümüyle devlet kavramına karşı olmasıdır.
Her ne kadar sözleşmenin
başlangıç kısmında KCK için farklı bir tanımlama yapılmaya çalışılsa da,
çeşitli hükümlerde KCK sistemi içinde 'yurttaşlık', 'vergi toplama', 'meşru
savunma savaşı hali', 'aktif katılma yükümlülüğü', 'yasama organı', 'yürütme
konseyi', 'yargı sistemi' gibi yapılanmalar tanımlanmaktadır. Tüm bunlar tam
anlamıyla bir devlet sistemini tarif etmektedir.
Nitekim terör örgütünün
lideri Abdullah Öcalan bir kitabında "…sorunları sadece Devleti yıkma
mantığıyla aşamayacağımız ortadadır. Kaldı ki, Sovyet deneyiminde komünistlerin
Çarlığı yıkmaları ve kendi diktatörlük rejimlerini kurmalarının sonuçları
yeterince ders verici özelliktedir.”96 demiştir. Bundan da anlaşılacağı üzere Öcalan ve
yönettiği KCK yapılanması Devleti tümden yıkarak yerine komünist ideolojiye
göre yeni bir devlet inşa etmeyi amaçlamaktadır.
KCK ile Planlanan Nihai Hedef
Bugün dünyada ve
Türkiye'de belli bazı kesimlere "PKK'nın nihai hedefi nedir?" diye
soracak olursanız alacağınız muhtemel cevaplar Kürt kimliğinin tanınması, ana
dilin kabul görmesi ya da özerklik olabilir. Oysa terör örgütünün gerçek hedefi
bunlardan hiçbirisi değildir. Çünkü terör örgütü, Kürtler için değil, komünist
düzeni tüm Ortadoğu'ya hatta tüm dünyaya yaymak için örgütlenmiştir. Bunun için
Kürt milliyetçiliğini, Kürtçeyi ve yıllar boyunca Kürt kardeşlerimizin
ezilmişliğini sadece bir araç olarak kullanmaya çalışmaktadırlar.
KCK anayasası, aslında
hedeflenen bu komünist sistemin uygulaması olarak düzenlenmiştir. Başta bir
diktatör olacak, mevcut legal Devlet yıkılacak ve komün sisteminin şartlarını
belirleyen KCK kurallarına göre halk birer köle haline getirilecektir. Bu
olurken halk, sözde KCK devletinin direktiflerinden çıkamayacak, çıkanlar
derhal cezalandırılacak, terör ise bir devlet kanunu olarak uygulamada
olacaktır. Komünist düzenin getirilip uygulanması bu bölgelerle de sınırlı
kalmayacak, söz konusu komünist devlet düzeni, tüm Ortadoğu'ya ve ardından
dünyaya yaygınlaştırılacaktır.
Komünist söylemleri
taktik icabı bir süre önce bırakmış olan Öcalan, aslında bu planı farklı
ifadelerle tarif etmektedir:
KCK Sözleşmesi, devletçi zihniyeti aşan toplumsal
ilişkiler düzeneği yaratarak, halkın demokratik örgütlenme ve karar gücüne
dayanan derinleşmiş radikal demokrasiyi Kürdistan'dan başlayarak, Ortadoğu'ya
ve tüm dünyaya yayma hamlesinin başlangıç aşaması durumundadır.
97
Burada bahsedilen
"radikal demokrasi" aslında PKK'nın 40 yıldır özlem duyduğu komünist
düzendir. Demokrasi kelimesi sadece göz boyamak için kullanılmıştır, gerçekte
demokrasi ile hiç alakası yoktur.
Burada Devletimizin ve
yöneticilerimizin dikkat etmesi gereken husus şudur: PKK'yı, Kürtlere ana dilde
eğitim hakkı vermek, Güneydoğu'ya özerklik tanımak ya da federe devlet kurmak
durdurmayacaktır. PKK'nın bölgedeki faaliyetlerini durdurması ve Türkiye
Cumhuriyeti Devletinin otoritesini tanıyarak kabullenmesi, ideolojisi nedeniyle
mümkün değildir. PKK -Allah korusunGüneydoğu Anadolu'yu Türkiye'den kopararak,
burada komünist bir devlet kurmayı başarırsa bununla yetinmeyecek, Türkiye'nin
kalan kısmını da komünist yapmak için terörist eylemlerine var gücüyle devam
edecek, oradan ise güneyden Ortadoğu, batıdan Balkanlar ve Avrupa, kuzeydoğudan
ise Kafkaslara uzayarak komünist dünya devletinin temellerini atacaktır. Bir
kere alt yapıyı sağladıktan sonra ise, kendisine taraftar bulması kuşkusuz hiç
de zor değildir.
KCK Örgütlenmesinin Boyutları
Karşımıza çıkan durum
vahimdir. Güneydoğu, tamamen komünist bir terör örgütünün oluşturduğu devlet
mekanizmasının adeta denetimi altındadır. PKK, sınırlarımızın içine, şehir
merkezlerine kadar girmiş durumdadır. Türkiye'nin Güneydoğusunda bazı
bölgelerde KCK mahkemeleri legal birimler gibi kabul edilmekte, Devlet
binalarına Öcalan posterlerinin asılması sıradan olaylar haline getirilmekte,
Öcalan posterli sokak çadırlarında yargılamalar yapılmaktadır. PKK, kendi
ordusunu kurmuş, sokak ortasında gövde gösterileri, talimler yapmakta, yol
kesip eşkıyalık yapmakta, sinsi pusularla şehir içinde askerimizi, polisimizi,
vatandaşlarımızı şehit etmektedir. PKK saldırılarından güç bulan KCK'nın
tehdidi altındaki bazı HDP'li belediye görevlileri pervasızca "özerklik
ilan ettik" diye meydanlara çıkabilmektedirler. Bunun da PKK baskısıyla
gerçekleştiğini unutmamak gerekmektedir.
Ak Parti milletvekili
Orhan Miroğlu, 17 Mayıs 2015 tarihinde henüz "çözüm süreci"
gündemdeyken yazdığı "Mardin 'Kantonundan' Yazıyorum" başlıklı
yazısında, Kızıltepe ve Dargeçit'de son bir ay içinde dağlara, çoğu çocuk
150’ye yakın kişinin götürüldüğünü yazmıştır.98 Şanlıurfa Valisi İzzettin Küçük ise katıldığı
televizyon programında 2015 yılının ilk 6 ayında tüm bölgede kaçırılan çocuk
sayısının 3 bin olduğunu belirtmiştir. Sadece Suruç ilçesinde 400 çocuk
kaçırılmıştır. Küçük; "Bize gelen istihbaratlar, 'PKK her evden bir
çocuk dağa çıkarmak istiyor' şeklinde. Ayrıca bölgede pek çok muhtar Kobani'ye
kaçırıldı Şanlıurfa'da. Biz bunları diğer makamlara bildirdik.”99 diyerek durumun vahametini ifade etmiştir.
Yazıktır ki bu sadece bilinen rakamlardır. Bölgede yaşayan ailelerin
mücadeleleri devam etmekte, pek çoğu çocuklarının kaçırılmalarını son dakikada
engelleyebilirken, kimi çocuğunu saklamakta, yokluk içindeki pek çok aile ise
varlarını yoklarını harcayarak çocuklarını uzak şehirlere göndermektedir. PKK
şehirlerde alan hakimiyeti kurmuş durumdadır. Sadece polisimizi, askerimizi ve
vatandaşımızı şehit etmekle kalmamakta, çocuklarımızı dağlara kaçırmakta ve
hayret verici bir şekilde bunun önüne geçilememektedir.
Miroğlu, Ak Parti
milletvekili adayı olarak gerçekleştirdiği seçim çalışmaları sırasında Mardin
Dargeçit ilçesine ziyaretini şu sözlerle anlatmaktadır:
Geçenlerde ilçe örgütümüzü ziyaret ettik.
Karşılayanların sayısı 20 kişi kadardı. Korku
dağları bekler. AK Parti bu ilçeden alabileceği oyu alacak, ama hemen her gün evine ses bombası atılan,
kapısı penceresi kurşunlanan insanlar, oy verip Meclis'e gönderecekleri
vekillerine gün aydınlığında bir merhaba bile diyemeyecek kadar büyük bir baskı
altındalar.
Arkadaşlarımı bilmem, ama bir an, kendimi Güney Kore'de sınırı geçip Kuzey Kore'de seçim çalışması
yapıyor gibi hissettim. Oysa sayılamayacak kadar çok dostum var bu ilçede.
İlçenin üstüne çöken bu karabasan olmasa, bizi ilçenin girişinde karşılayacaklarından hiç şüphem yoktu...100
Bu korku hakimiyetinin
dehşet verici sonuçları 7 Haziran 2015 genel seçimleri sonrasında görülmüş,
Kuzeydoğu Anadolu'ya kadar bütün doğu KCK'nın hakimiyetine teslim edilmiştir.
Güneydoğu'ya artık neredeyse tamamen hakim olan bu korkunç yapılanma, Batı'ya,
metropol şehirlere ve Türkiye'nin en büyük üniversitelerine dahi sıçramış
durumdadır. İstanbul, İzmir ve diğer Batı şehirlerinde ülkücü gençler göz göre
göre PKK'lılar tarafından şehit edilmekte, ODTÜ, İstanbul ve Ankara
üniversitelerinde terör örgütünün pankartları rahatça açılır hale gelmektedir.
Özellikle Güneydoğu'da,
sözde çözüm süreci devam ederken, başta inşaat, sağlık, tekstil, sebze hali,
eğlence sektörü olmak üzere birçok ekonomik alanda terör örgütü temsilcilerinin
oldukça zenginleştiği, söz konusu pek çok sektörü tekellerine aldıkları
bilinmektedir. 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü'nün özel Diyarbakır raporunda bu
durum şu şekilde ifade edilmiştir:
Söz konusu yükselişte PKK'nın silahlı faaliyetlerinin, KCK'nın
lobi faaliyetlerinin, örgüt denetiminde yürütülen uyuşturucu gelirlerinden
kaynaklı kara paranın ve belediyelerin hukuku silah olarak kullanmasının
belirleyici rol oynadığını ifade edebiliriz.101
Bölgedeki ekonomik
hakimiyet de her konuda olduğu gibi baskıyla elde edilmiştir. Terör örgütünün
baskılarına boyun eğmemekte direnen iş adamları ise, ciddi hayati tehdit
altında yaşamakta ve işleri tehlikeye girmektedir. Sıklıkla basında yer alan
baraj inşaatlarında çalışanların şehit edilmeleri veya kaçırılmaları, iş
makinelerinin yakılması, şantiyelerin basılması, adam kaçırma, yol kesme
olaylarının temel sebebi budur.
Bu süreç içinde PKK, KCK
denetiminde yüzlerce okul, dershane ve yurt yakmıştır. Yüzlerce korucu şehit
veya gazi edilmiş; kaymakamlar, askerler, doktorlar, öğretmenler kaçırılmış;
baraj ve kalekol yapımları engellenmiştir. PKK'nın Hakkâri, Beytüşşebap, Cizre,
Siirt, İdil, Bingöl ve Bitlis'te silah dağıtılmadık ev bırakmadığı
istihbaratına ulaşılmıştır. Bölgede Türk Bayrağı yerine PKK paçavraları her
yere asılmaya başlanmıştır. Örgüt, milis timlerine (YDG-H) 20.000 Kalaşnikof
dağıtmış, YDG-H tim komutanlarına Glock marka tabancalar verilmiştir. Örgütün
2014 sonu ve 2015 başı itibariyle, yani sözde çözüm sürecinin devam ettiği
toplam beş aylık süre içindeki eylemleri, güvenlik birimlerince derlenmiş, buna
göre PKK söz konusu 5 ay içinde 1190 toplumsal olay gerçekleştirmiştir. Zaten
bilindiği gibi, bazı kesimler tarafından silah bırakması beklenen PKK, genel
seçimlerin hemen ardından kahpe eylemlerine tekrar başlamış, polisimize,
askerimize hain pusular kurmuştur.
Çatışmaların
başlamasının ardından ise YDG-H'den şu itiraf gelmiştir: "Barış
müzakerelerinin düşeceğini biliyorduk o yüzden müzakereler sırasında büyümeye
ve örgütlenmeye devam ettik". Wall Street Journal gazetesine konuşan
YDG-H'liler de şu vahim açıklamayı yapmışlardır: "Bizden çok var,
neredeyse Türkiye'nin her şehrinde örgütlendik".102
Ak Parti Genel Başkan
Başdanışmanı Hüseyin Çelik'in 13 Aralık 2013'te yaptığı bir konuşmada, “2009
seçimlerini BDP kazanmadı. PKK ve KCK kazandı. Ama demokratik yollarla
kazanmadılar. Tehditle kazandılar. O seçime örgüt çok asıldı. Asılma da şöyle
oldu: AK Parti seçmenlerinin, bırakın seçmenlerini parti üyelerinin, sandık
görevlilerinin, apartman görevlilerinin seçime gitmesini zorla, silah zoruyla,
tehditle engellediler. Direkt Kandil'den açılan telefonlarla üyelerimiz,
görevlilerimiz tehdit edildi. 45 bin Van yerlisini, AK Parti'ye oy verecek
seçmeni korkutarak, tehdit ederek sandığa göndermediler. Bir üyemiz bunlara
kulak asmadığı için otomobili yakıldı. Van'ı kaybetmemizin nedeni budur.
KCK'dır.”103 sözleri durumun vahametini ortaya koymaktadır.
Bu sahte komünist devlet
yapılanması, kahpeliğe alışkın bir terör örgütünün elinde olduğu ve bu örgüt
sinsice vurmayı yöntem olarak edindiği için, buradaki hakimiyetini de yine
korku ve dehşet salarak gerçekleştirmeyi başarmaktadır. Güneydoğu halkı, çok
ciddi bir baskı ve tehdit altında yaşarken, ana akım medyamız çoğunlukla bu
gerçeklere ilgisiz kalmakta, çözüm sürecinin devam etmesi adına, Öcalan ve PKK
propagandası yapan kişi ve açıklamaları ön plana çıkarmaktadır. Kandil'e gidip
teröristlerin yaşamlarını bir peri masalıymışçasına hikayeleştiren, hatta
onları kahramanlaştıran bir kısım yazarlara itibar etmektedirler.
PKK'nın silah
bırakmayacağı, aksine daha fazla güçlenip, daha fazla silahlanacağı, şehirlere
yığınaklar yapacağı, sinsi şekilde şehirlerde hakimiyet kuracağı ve bunun
ardından komünist ideolojinin bir gereği olarak çatışma ortamına geri dönüp kahpe
silahını yine bizim insanımıza yönelteceği ateşkes süreci boyunca sürekli
dikkat çektiğimiz ve uyardığımız bir konuydu. Bu uyarıyı yapmıştık çünkü
PKK'nın ideolojisi gereği hiçbir zaman ateşkes ve barış gibi bir şeyi kabul
etmeyeceği, Türk Devleti yıkılana kadar komünist devlet idealine şiddet yoluyla
devam edeceği aşikardır. Ne zaman ki –Allah esirgesin– Türkiye'den toprak
alınır ve komünist devlet inşa edilir; asıl o zaman terör bir kabus gibi
çökecek, tüm dünyayı adeta bir ölüm çukuruna dönüştürecektir.
PKK Asla Silah Bırakmadı
ve Bırakmaz !
Silah; Stalinizm'in tek
güç kaynağıdır. Stalin, silah vesilesiyle kitleler üzerinde etkili olmuştur.
Sovyet Rusya'ya, Çin'e, Kamboçya'ya komünizm silah zoruyla hakim edilmiştir.
Stalinizm, silahsız bir hiçtir.
PKK, Marksist, Leninist,
Stalinist bir terör örgütüdür. Silah ise, varlığının dayanak noktasıdır. Şu
anki gücünü sadece silah ile kazanmıştır. Batı üzerindeki varlığını silah ile
göstermiştir. Dolayısıyla PKK, Leninist ve Stalinist bir parti olarak sahip olduğu
tüm imkanları şimdiye kadar hep silah ile temin edebilmiştir. Silahsız yok
olacağını, silahsız hiçbir otoriteye dayatmada bulanamayacağını gayet iyi
bilmektedir. Dolayısıyla PKK ASLA SİLAH BIRAKMAZ!
Çözüm süreci adı verilen
süreç dahilinde Öcalan'ın PKK'ya silah bırakmak amacıyla olağanüstü kongre
toplama çağrısı, yurt içinde ve yurt dışında bir kısım kişiler tarafından
sevinçle karşılanmış olsa da olayın aslının bu olmadığına şu an herkes şahit
olmuştur. PKK, tarihi boyunca hiçbir silah bırakma taahhüdüne uymamıştır, uymaz
da.
20 Mart 1993'de, PKK ilk
tek taraflı ateşkes ilanını yapmıştır. Alınan ateşkes kararı, sürenin
dolmasının ardından 2 ay daha uzatılmış fakat buna hiçbir zaman riayet
edilmemiştir. Sözde ateşkesin olduğu 1993 yılında PKK'nın terör eylemleri
yüzünden 715 resmi görevli, 1479 sivil vatandaşımız hayatını kaybetmiştir.
1 Eylül 1998'de ise
Dünya Barış Günü dolayısıyla terör örgütü PKK bir kez daha ateşkes ilan
ettiğini duyurmuştur. 1998'deki sözde ateşkes ise yaklaşık 500 kişinin şehit
olduğu bir dönemdir.
1 Eylül 1999'da bu sefer
Öcalan İmralı'dan PKK'ya silahları bırakma çağrısı yapmıştır. Ancak, Haziran
2004'de "talepleri yerine getirilmediği" bahanesiyle PKK yeniden
silahlı eylemlere başlamış oysa aslında silahları hiçbir zaman bırakmamıştır.
1999-2004 arasındaki
sözde silahların bırakıldığı dönemde şehit sayısı ise resmi rakamlara göre 604
kişidir.
1 Ekim 2006'da beşinci
kez ateşkes ilan eden terör örgütü PKK, askeri operasyonların devam etmesini
gerekçe göstererek ateşkesi bir süre sonra yine sona erdirmiştir.
KCK, 13 Nisan 2009'da
"meşru savunma" temelinde tekrar ateşkes kararı aldığını açıklamış,
fakat 2009'dan bu yana PKK tarafından sayısız eylem yapılmış, sözde ateşkesin
olduğu bu dönemde 134 kişi şehit olmuştur.
PKK'nın asla silah
bırakmayacağı PKK, KCK yöneticileri tarafından da defalarca dile getirilmiş,
HDP yöneticileri de bu konuda fikir vermekten geri kalmamışlardır.
Örneğin, KCK'nın
Kandil'deki yöneticisi Sabri Ok: “... Çıkış gerekçemiz ortada dururken böyle
bir silahsızlanma mümkün olamaz ve gerçeğimize aykırıdır... Hareketimizin
gündeminde silahsızlandırma ve silahlı güçlerimizin bir yerlere çekilmesi gibi
bir şey kesinlikle yoktur... Bu koşullarda silahsızlanmayı tartışmak Kürtlerin
iradesine saygısızlıktır... Önder Öcalan özgürleşip bizzat gerillayla
görüşmeden bu tür şeyler tartışılamaz. Gerilla da hiçbir biçimde silah
bırakmaz...”104 demiştir.
KCK yürütme konseyi
üyesi Duran Kalkan: "Gerillaya da silah bırak çağrısını hiç anlamlı ve
ciddi bulmuyoruz, bunu tartışmak bile istemiyoruz. Gerilla silah bırakmaz.”
ve "Ancak Öcalan'ın özgürlüğünü de öngören bir genel af çıkarılırsa, o
zaman PKK silah bırakmayı değil de ateşkes ilan etmeyi düşünebilir, ama silahı
bırakmayı değil. Gerilla silah bırakmaz.” açıklamalarında bulunmuştur.
Leyla Zana, "Artık
silahlı mücadele bir noktaya geldi. Ben silahların bırakılmasını asla
tartışmıyorum. O Kürtlerin sigortasıdır. Bu sorun var olduğu müddetçe o
silahlar Kürtlerin güvencesidir" diyerek silah bırakmanın imkansız
olduğunu dile getirmiştir.
Terör örgütü KCK Yürütme
Konseyi Başkanı Cemil Bayık ise: "Silah bırakmak demek, teslim olmak
demektir. Ölüm demektir. Hiç kimse bizden bunu isteyemez. Bırakalım silah
teslim etmeyi, geri çekilme bile olamaz." demiştir.
Terör elebaşı Cemil
Bayık, İMC TV'ye verdiği röportajda ise, "Öcalan gelip kongreye
katılmadan PKK, silah bırakmaz" diyerek aslında bir bakıma PKK'nın
hiçbir zaman silah bırakmayacağını açıkça dile getirmiştir.
PKK yöneticilerinden
Murat Karayılan, PKK'nın silahsızlanması için gereken şartı açıklarken, "Öcalan
zindanda olduğu müddetçe silah bırakma talimatı verse bile gerilla yerine
getirmez" ifadelerini kullanmıştır.
Açıkça görülebildiği
gibi, çözüm süreci adı altında sözde ateşkes devam ettiği zamanlarda bile
PKK'nın silah bırakmasının imkansızlığı PKK yöneticileri tarafından da açıkça
dile getirilmiştir. Nitekim bu dönemde PKK, geçtiğimiz yıllarda yaptığı gibi
silah bırakma taahhüdünü yerine getiremediğini çünkü IŞİD gibi Suriye ve
Irak'taki diğer tehdit faktörlerinin var olduğunu öne sürmüştür. Bu arada
Kobani gibi bazı bölgelere gerçekleştirilen saldırıları kendileri için bir
bahane olarak kullanmış ve sürekli olarak Batı'dan silah talep etmişlerdir. Bu
talepler karşılanmış ve PKK, sınır ötesinde, Türk askerine karşı kullanacağı
yeni mühimmatlar elde etmiş, şimdi de o silahları Türk askerine yöneltmiştir.
Gerçekte ise elden çıkarmak istedikleri eski metruk silahlar yenileriyle
değiştirilmiştir. Dolayısıyla PKK'nın silah bırakma hikayesi bu defa da sadece
bir göz boyamadan ibaret olmuştur. Bunu da ilk fırsatta göstermiştir.
Bu konuda Mao'nun "Ateşkes
barışın değil savaşın taktiğidir" sözlerini hatırlatan PKK eski kurucu
üyelerinden Şemdin Sakık'ın açıklamaları önemlidir:
Ateşkes bir savaş taktiğidir. Tarih boyunca ortaya
çıkan büyük ya da küçük, düzenli ya da düzensiz, gizli ya da açık savaşların
tümünde sayısız faktörlerden dolayı, taraflar belli aralıklarla ateşkes
taktiğine başvurmak zorunda kalırlar. Çünkü bu taktik taraflardan birisinin ya
da her ikisinin ihtiyaç duyduğu bir moladır.
Sakık şöyle devam
ediyor:
Örgüt; her ateşkes ilan ettiğinde bunu barış için,
sorunların diyalog yoluyla çözümü için yaptığını halka duyurdu. Ama pratik
gerçeklik bunun tam tersi istikamette gelişti. Her ateşkes sonrasında silahlı militanların eğitimi,
silahlandırılmaları, gerekli alanlara kaydırılmaları, mevzilendirilmeleri,
belli faaliyetleri ve planlamaları yoğunluk kazandı. Yani her ateşkes aslında
barış için değil, kesin olarak daha gür, daha yaygın ve daha yakıcı, daha
yıkıcı bir ateş gücü için kullanıldı. Ve dikkat edilirse her ateşkes
sonrasında daha şiddetli çatışmaların, daha büyük çaplı eylemlerin ortaya
çıktığı görülecektir.105
Nitekim Sakık, bunun en
önemli örneği olarak, 1980 darbesi sonrasındaki geri çekilmeyi vermektedir:
12 Eylül 1980 askeri darbesinin operasyonlarına
dayanamayan bizler silahlarımızı toprağa gömerek ya da satarak küçük gruplar
halinde Suriye'ye ve oradan da Lübnan'a geçtik. Türkiye topraklarında bir tek
militan kalmayana dek yurtdışına çekilme devam etti. Bu geri çekilme hem de
silahsız olarak gerçekleşti.
Hedeflediğimiz yere ulaşır ulaşmaz Türkiye'de
bıraktığımız tabancalar yerine kaleşlerle (kalaşnikof) kuşandık. Çünkü
gittiğimiz Lübnan gerçek anlamıyla bir silah deposuydu. Her yer, en gelişmiş
silahlarla doluydu. Bu alanda silah bulmak, hem de fazlasıyla silah bulmak hiç
zor değildi. Bakkaldan ekmek peynir almak kadar kolaydı.
12 Eylül operasyonlarından kaçarak gittiğimiz Lübnan'da
istediğimiz kadar silahlandık, ihtiyacımız kadar askeri ve siyasi eğitim aldık,
ilk kez burada askeri örgütlenmenin bütün kurallarını yaşamımıza uyarlamaya
başladık. İki yıl kadar kaldığımız Filistin kamplarında fiziki olarak da
toparlandık ve ardından gruplar halinde Türkiye'ye döndük.
Bu yurtdışına çekilerek yaptığımız askeri ve örgütsel
hazırlıklar sayesinde 15 Ağustos eylemlerini gerçekleştirdik. Eski silahları
toprağa gömmek bizi daha güçlü silahlara, bir süre silahlı mücadele alanını
terk etmek ise bizi daha güçlü bir savaşa kavuşturdu.106
Bu önemli itirafa dikkat
vermek gerekmektedir. Silahları bırakarak geri çekilen bir örgüt görünümü,
tarihin her safhasında bir göz boyama olmuştur. Sakık'ın itirafında da
belirttiği gibi bu geri çekilmeler hep örgütün toparlanması, dinlenmesi ve
eğitim görmesi için gerçekleştirilmiş; silahlar, daha güçlü silahlara sahip
olmak için bırakılmıştır. Ardından Türkiye Devleti, hep daha ürkütücü
saldırılarla karşı karşıya gelmiştir. Şu anda da olan budur. Bunun sebebi
açıktır: PKK'yı tümüyle yok edecek olan yöntem denenmemekte, Leninist
ideolojiye karşı hiçbir bilimsel çalışma yapılmamakta, "silah
bırakacaklar" söylentisiyle halk rehavete sürüklenmektedir. PKK, bu
rehavet ortamından çok faydalanmıştır, şu anda da faydalanmaktadır.
Nitekim Sakık, örgütün
çözüm süreci bahanesiyle son iki yıldan fazla süre boyunca dilinde olan geri
çekilme ve silah bırakma söylemlerini şu şekilde tasvir etmektedir:
Örgüt yurt dışına çekilmedi, sadece her zaman yaptığı
gibi bazı ağırlıklarını gönderdi, gönderdiği grupların görüntülerini medyaya
servis ederek 'Geri çekiliyoruz' algısı oluşturmaya çalıştı. Yani militanlar
açısından bakıldığında, 'Bu yıl ne Türkiye'ye girdiler ne de Türkiye'den
çıktılar' tespiti en doğrusudur.107
Kitleleri kendilerine
bağımlı kılabilmek ve devlet yapılanmalarını ortadan kaldırabilmek için
komünistler daima terörü kullanmışlardır. Terörden hiçbir zaman
vazgeçmeyeceklerine göre, silahtan da vazgeçmeyeceklerdir. Dolayısıyla önümüzde
PKK'nın tümüyle silah bırakacağını ümit edip zihinlerinde sahte bir barış
senaryosu oluşturanlar boşuna heveslenmişlerdir. Katilin zihniyetini düzeltmek
adına bir şey yapılmadıktan sonra, elinde silahın durması veya durmaması önemli
değildir. O mutlaka silaha ulaşacaktır. Katilin zihniyetini yok etmeyip sadece
silahı yok etme fikri kendini aldatmaktan ibarettir.
PKK'da İç İnfazlar
PKK, kendi silah gücünü
kendi insanlarına karşı da bir tehdit olarak tutmaktadır. Günümüzde pek çok
kişinin şiddetli korku dolayısıyla PKK'ya destek vermek zorunda kaldığı
unutulmamalıdır. Bu korkunun tek kaynağı silahtır. Nitekim PKK içinde silaha
dayalı korkutma politikası oldukça güçlü işlemekte ve korkunç infazlarla
örgütün içinde bir korku imparatorluğu hüküm sürmektedir. Şüpheli kişiler ya da
şüpheli olarak lanse edilen kişiler, "önderliğin" emri üzerine diğer
örgüt üyelerinin karşısında silahla kurşuna dizilerek, ailelerinin yanında
vurularak, toprağa gömülüp başından kurşunlanarak, bazıları ise üzerlerine asit
dökülerek katledilmektedirler. Kimi zaman casusluk, kimi zaman itaatsizlik,
kimi zaman kurallara uymama gibi suçlamalarla gerçekleşen bu infazların sayısı
ise şimdiye kadar hiçbir terör örgütünde rastlanmamış şekilde fazladır. İbrahim
Güçlü ve Kemal Burkay gibi önemli Kürt siyasetçiler, PKK'nın iç infazlarıyla
şimdiye dek 15-17 bin Kürd'ün katledildiğini bildirmektedir. Burkay'ın konuyla
ilgili açıklamaları şöyledir:
PKK, kendi içindeki farklı sesleri susturmak için de eşine rastlanmaz bir terör uyguladı;
insanları tutukladı, işkence etti, kurşuna dizdi; Bekaa ve Güney Kürdistan'daki
üslerini ölüm tarlalarına çevirdi.
Bunun yanı sıra yurt dışında da örgütten ayrılan, ya da ters düşen pek çok
kadroyu katletti. Bu şekilde, Kürt halkının özgürlüğü için, güçlü yurtsever
duygularla köylerinden ve okullarından kopup gelen bu gencecik insanların yüzlercesi ve binlercesi PKK'nın bu
acımasız çarkı tarafından keyfi nedenlerle yok edildi.108
Yine, İbrahim Güçlü'nün
TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu'na verdiği bilgilere göre PKK'nın infaz
ettiği 17 bin Kürdün bir kısmı PKK'nın ve Öcalan'ın kendisine rakip gördüğü
PKK'lılardır. Güçlü, "Kürt örgütlerine karşı infaz ve iç infaz"
başlığı altında verdiği ifadelerde, Öcalan'ın bu infazlar için "Öldürelim,
otorite olalım" dediğini de belirtmiştir.
PKK kurucularından
Şemdin Sakık'ın bildirdiğine göre PKK'da iç infazlara karar verenler, Abdullah
Öcalan, Cemil Bayık, Murat Karayılan ve Sabri Ok dörtlüsünden başkası değildir.
Hele hele infaz edilmesi gerekenler üst düzey yönetici veya örgüt kurucuları
iseler, bu infaza karar veren tek yetkili Öcalan'dır.109
Sakık'ın itiraflarında
yer alan detaylar ciddi anlamda tüyler ürperticidir. Açıklamalarda görüleceği
gibi, PKK iç infazları için militanın hainlikle suçlanmasına gerek
duyulmamakta, sırf ölü bir militan yaralı olana tercih edildiği için infazlar
yapılmaktadır:
...onlarca militanın vurulmasını bir militanın
kaçmasına tercih ettik. Çünkü ölenler örgüte zarar değil yarar sağlıyorlardı.
Kardeşleri, aileleri, akrabaları örgüte bağlanıyordu. İşte bu yıkıcı etkiden
dolayıdır ki; 1992 yılında; şu anda örgütün lider kadrolarından olan Cemil
Bayık, sırf güvenlik kuvvetlerinin eline geçmesinler diye; 17 yaralı militanı
Haftanin vadisinin bir mağarasında kurşuna dizdirdi. Dahası militanların sağ
ele geçmemeleri örgüt politikasıydı ve böylesi olaylar oldukça yoğun yaşandı.
Çünkü ölüm kazanım, karşı tarafın eline düşmek kayıp olarak görülüyordu.
Yaralıların bile Devletin eline geçmesine tahammül edilmiyordu. Örgüte göre
işlenebilecek en büyük suç canlı olarak Devletin eline düşmek ve üstelik ceza
indiriminden yararlanmaktı. 110
Derin Sol kitabının
yazarı Hakkı Öznur, eserinde terör örgütü PKK'nın lideri Öcalan'ın, Şahin
Dönmez'den, Mehmet Şener'e (Mehmet Şener, Paris'te öldürülen Sakine Cansız'ın
nişanlısıydı), yüze yakın PKK kurucu ve Merkez Komite üyesi ile binlerce
militanı, hep aynı klasik "hain", "önderliğe karşı geldi",
"ajan provokatör", "casus" gibi suçlamalarla infaz
ettirdiğini açıklamıştır.
PKK'nın kurucu
üyelerinden Ali Ömürcan, Lübnan'da Cemil Bayık tarafından sorgulanarak idam
edilmiş, PKK'nın III. Kongresi'nde genel sekreter birinci yardımcılığına
getirilen Halil Kaya, Öcalan'ın talimatıyla kurşuna dizilmiştir.
PKK'nın kuruluş
aşamasında yer alan Kani Yılmaz (Faysal Dumlayıcı), Öcalan yakalandığında
Avrupa'da yer bulamamasının sorumlusu olarak gösterilmiş ve iki PKK teröristice
aracına yerleştirilen bomba ile 10 Şubat 2006'da öldürülmüştür. Örgütün kurucu
isimlerinden olan ve Erzincan-Tunceli sorumluluğu yapan Yıldırım Merkit,
ajan-işbirlikçi ilan edilmiş ve Romanya'da uğradığı silahlı saldırı sonucu
öldürülmüştür. PKK'nın kurucularından olan Ordulu Haki Karer'in zaman zaman öne
çıkması Öcalan'ı rahatsız etmiş ve Karer, 18 Mayıs 1977'de, Gaziantep'te bir
kahvehanede şüpheli bir şekilde vurulmuştur. PKK Avrupa Sorumlusu Çetin Güngör,
örgütün kongresinde yöneticilerin faaliyetlerini eleştirmiş ve ajan olduğu gerekçesiyle
1984'te Stockholm'de öldürülmüştür. 12 Eylül darbesinde yakalanıp 11 yıl
Diyarbakır Cezaevi'nde kaldıktan sonra tahliye olan Ali Rıza kod adlı Mehmet
Çimen, Almanya'da üst kademeyle görüş ayrılığına düşmüş ve Suriye'ye
çağırılmıştır. Örgüt kararıyla banyo küvetinde üzerine asit dökülerek infaz
edilmiştir.
PKK, 12 Eylül öncesinde
sosyalist Kürt örgütlerinin militanlarını da öldürmüştür. PKK böylece yine
Kürtlerden oluşan Özgürlük Yolu, Tekoşin, TKP, Beş Parçacı Grubu, KUK, Halkın
Kurtuluşu, Halkın Birliği, Halkın Yolu, TİKP-Aydınlık, TİKKO, Dev-Yol, Kurtuluş
Hareketi gibi tüm örgüt yapılanmalarını katliamlarla yok etmiştir.
PKK üyeliğinden 10 yıl
cezaevinde kalan Aytekin Yılmaz, örgüt içi infazları anlattığı Yoldaşını
Öldürmek adlı kitabında, bu cinayetlerin PKK mensupları tarafından halay
çekilerek kutlandığını anlatmıştır. Yılmaz, "Ben iki olayda halay
çekildiğini gördüm. Biri 1990'lı yıllarda gerillalar (PKK mensupları) karakol
basıp 20-30 askeri öldürdüğündeydi. Bana korkunç gelirdi. İkinci halay da
yoldaşlarını öldürdükten sonra çekilen halaydı. Bir de üstüne koğuşlara tatlı
dağıtırlardı. Öldürdükleri insan dün arkadaşlarıyken bunu yaptılar!
İnanabiliyor musun bunlara?" 111 diyerek PKK'nın nasıl vahşi bir oluşum olduğunu
dile getirmiştir.
İsmail Beşikçi ise PKK
tarafından iç infazlarda öldürülen insanların ve yakınlarının durumunu şöyle
anlatır:
PKK içinde, Mehmet Şener gibi yüzlerce infaz var...
Oğulları, kızları kendi arkadaşları tarafından, PKK tarafından infaz edilenler
ise bir sessizliğe gömülmüş, hayattan tamamen kopmuşlardır. Bu aileler için
başvurulacak bir makam yoktur... 112
10 Kasım 2014'te
Cizre'de sokak ortasında vurulan Abdullah Budak'ın öldürülmesini, PKK'nın
gençlik ve sözde asayiş birimi üstlenmiştir. Terör örgütü bu infazı ajanlık
suçlamasıyla yaptıklarını belirtmiştir. İşte bu infaz gibi on binlerce cinayet
işleyen terör örgütü bölgeyi kana bulamaktadır. Bu infazlar sürekli devam
etmekte, bölgede her gün bu vahşet Kürt halkına yaşatılmaktadır.
PKK, Öcalan'ın vahşet
politikalarına karşı çıkan Mehmet Turan, Murat Bayraklı, Abdullah Kumral,
Dilaver Yıldırım, Avukat Mahmut Bilgili, Mehmet Çimen, Resul Altınok, Sakine
Cansız gibi birçok Kürd'ü de katletmiştir.
Açıkça görülebildiği
gibi PKK'nın elindeki silah, kendi militanlarına da çevrilmiş durumdadır. Pek
çok militan, bu korkunç baskının esiri konumundadır. Bu durum, PKK'nın asla
silahtan vazgeçmeyeceğinin de bir başka delilidir. PKK silahı bıraktığı
takdirde Türk Devletine karşı tüm kozlarını kaybettiği gibi, kendi
militanlarını da kaybedeceğini çok iyi bilmektedir.
6. BÖLÜM
TÜRKİYE NE YAPMALI?
Kitabın şimdiye kadarki
bölümlerinde verilen deliller ve açıklamalardan, Türkiye'nin PKK belasıyla
farklı açılardan ciddi şekilde sarılmış olduğu, KCK'nın bir virüs gibi ülke
içinde yapılanmış olduğu açıkça görülebilmektedir. Bu yapılanma ile PKK'nın
ülkeyi içten içe fethetmek üzere olduğu ortaya çıkmakta ve bu yapılanma çeşitli
sebeplerle Batı'dan destek almaktadır. Dolayısıyla şu an, sinsi ve kahpe terör
örgütü PKK, her zamankinden daha farklı yöntemlerle ülkeyi kuşatma altına
alıyor görünümü sergilemektedir. Bunu yaparken de ülkeyi savaş alanına
çevirmeye çalışmaktadırlar. Fakat bunlar olurken, bir kısım aydınlarımız,
yazarlarımız, politikacı veya bürokratlarımız, PKK'nın eylemlerine ve pervasızlığına
ses çıkarmamış, hatta bir kısmı şaşılacak şekilde katil gerillaları temize
çıkarma operasyonuna girişmişlerdir. Ancak PKK'nın her gün ısrarla devam eden
kahpece eylemleri karşısında onların da bir kısmı PKK'nın gerçek yüzünü
anlamış, PKK aleyhine dönmüş durumdadır.
Ülkemizin özellikle
Güneydoğusu bu kadar kapsamlı kuşatma altına alınmışken bu kişilerin söz konusu
tavırları da halkımız nezdinde bir rehavet oluşturmuş, tehlikenin kapsamı tam
olarak anlaşılamamamıştır. Büyük bir kesim tarafından ülkemizin karşı karşıya
olduğu tehlikeye bir isim konulamamakta, nasıl çözüm alınacağı bilinmemektedir.
Söz konusu tehlikeyi bertaraf edebilmek için yapılması gereken en önemli şey,
önce tehlikenin tarifini yapabilmek ve buna uygun bir tedavi belirlemektir.
İkinci önemli unsur ise, bu tedaviyi yaparken tüm siyasi partilerimiz ve Türkü,
Kürdü, Lazı, Abazası, Romanı, Çerkezi, Ermenisi, Rumu, Müslümanı, Hristiyanı,
Musevisi hatta ateisti ile tüm halkımız olarak topyekûn olarak hareket
etmemizdir. Aramızdaki bölünmelerin ve anlaşmazlıkların, komünist terör
örgütlerini her zamankinden daha fazla güçlendireceği unutulmamalıdır.
Karşı karşıya
bulunduğumuz tehlikeye karşı alınması gereken önlemler aşağıda, kısa vadeli ve
uzun vadeli tedbirler olarak maddeler halinde belirtilmiştir.
Önemli Hatırlatma
Türkiye, oldukça
stratejik bir coğrafyada, çatışmaların ortasında ve komünizm tarafından tehdit
altında bulunan bir devlet olarak kuşkusuz ki güçlü bir orduya sahip olmak
mecburiyetindedir. Bunun gerekliliği, bir sonraki başlık altında da detaylı
olarak anlatılacaktır. Fakat bir ordunun veya silahların var olması, hiçbir
zaman adam öldürmek için hazırlık yapmak anlamına gelmeyeceği gibi mühimmat ve
askerin mutlaka kullanılacağı anlamına da gelmemektedir. İnsanları yanlış
yapmaya sürükleyen, onları tuzağa düşüren sebepler yanlış ideoloji ve
fikirlerdir. Dolayısıyla yanlış fikre sahip insanları öldürmeyi hedefleyen
hastalıklı ve ürkütücü anlayış, korkunç bir barbarlıktır ve çok daha önemlisi
haramdır. Şu anda Ortadoğu'yu bir korku ve savaş ortamına sürüklemiş olan da
işte bu korkunç zihniyetin sonucudur. Yanlış fikirleri ortadan kaldırmanın
çözümü daha fazla insan öldürmek değil, bu fikirlere sahip insanlara doğru
eğitim vermektir.
Dolayısıyla hangi din,
hangi görüş, hangi ırk ve milletten olursa olsun bir insanın öldürülmesi daima
karşı olduğumuz ve tüm gücümüzle mücadele ettiğimiz bir zihniyettir.
Caydırıcılık unsurlarını tartışırken bu önemli gerçeğin mutlaka hatırda
tutulması gerekmektedir. Caydırıcılık başkadır, savaş ve adam öldürme başkadır.
Kuran'da Allah caydırıcı davranmayı teşvik etmiş, fakat saldırganlığı
yasaklamıştır.
1. Devletin caydırıcı
yönü hissettirilmelidir
Kuran'da Rabbimiz şöyle
buyurmaktadır:
Onlara karşı gücünüzün
yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın. Bununla, Allah'ın düşmanı
ve sizin düşmanınızı ve bunların dışında sizin bilmeyip Allah'ın bildiği diğer
(düşmanları) korkutup-caydırasınız. Allah yolunda her ne infak
ederseniz, size 'eksiksiz olarak ödenir' ve siz haksızlığa uğratılmazsınız.
(Enfal Suresi, 60)
Ayette Cenab-ı Allah,
bildiğimiz veya bilmediğimiz tüm düşmanlara karşı "bir caydırıcılık unsuru
olarak" askeri hazırlık yapılmasını öğütlemektedir. Ayetten açıkça
anlaşılabileceği şekilde bu askeri hazırlık, düşmanlık yapan veya bunun
hazırlığında olanlara korku salmakta ve onların güçlerini kırmaktadır. Söz
konusu tedbirler neticesinde saldırganlar, planladıkları ataklardan caymak
zorunda kalmakta, etkisizleşmektedirler. Dolayısıyla askeri anlamda güçlenip
kuvvet toplama ve bu konuda hazırlık yapma, tehlikeleri sindirmek için
Müslümanların başvurması gereken önemli bir yoldur, gereklidir.
Güneydoğu'da oluşan ve
PKK'nın şehir içlerinde güçlenmesine olanak veren vahim duruma karşı bölge
halkı, Devletimizin kendisini daha fazla hissettirmesini ve bunun için de çok
acele edilmesini sıklıkla dile getirmektedir. PKK, kahpece eylemlerine göz göre
göre devam etmekte, askerimize, polisimize sokak ortasında pusu kurmakta,
kalleş yöntemlerini arsızca sürdürmektedir. Bu sinsi tuzakları, sokaklarda KCK
mahkemelerinin çadırlarını gören, YPG sözde asayiş birimlerinin her fırsatta
devrede olduğuna şahit olan, sıklıkla PKK tarafından tehdit edilen, haraca tabi
tutulan halkımız; Devletimizi ve askerimizi daha güçlü şekilde bölgede görmek
istemektedir. Aksi takdirde şüpheye düşmekte, korunamayacaklarına inanmakta ve
mecburen bölgede güçlü gördükleri KCK'nın dediklerini yapmakta, destekçisi gibi
gözükmektedirler. Tehdit o kadar büyüktür ki, bu insanlarımız PKK'ya karşı
mücadele ettikleri surette Devletin kendilerini koruyup korumayacağı konusunda
şüpheye düşebilmektedirler.
Bu durumun ortadan
kaldırılabilmesi için caydırıcı unsurların devreye sokulması gerekmektedir.
Caydırıcılığın başlıca şartı kuşkusuz ki silah ve güçlü bir ordudur. Ordumuzun
güçlü ve ihtişamlı bir şekilde özellikle Güneydoğu illerimizde sıklıkla
kendisini göstermesi elzemdir. Ordumuz daha kapsamlı, menzili yüksek olan
silahlarla donatılmalı, mühimmat bakımından güçlendirilmeli ve askerlerimiz
mutlaka toplu halde dolaşmalıdırlar. Geniş yetkili polisimizin yanı sıra
bölgede özel harekat birimlerinin sürekli olarak bulunması şarttır. Etrafta
umarsızca asılmış PKK paçavralarına izin verilmemesi, kurulan çadırların hemen
yıkılması, provokasyonlara göz açtırılmaması hayatidir. Yolların kesilmesi,
tırların yakılması gibi kalleşçe eylemlerin en sert tedbirlerle önüne
geçilmelidir. Tehdit mektuplarının kaynağı hemen tespit edilmeli ve ilgili
kişiler hızlı bir şekilde gözaltına alınmalıdır. PKK, azgınlaşmaya teşebbüs
ettiğinde karşısında özel eğitimli, gerilla savaşını yakından tanıyan ve geniş
yetkili özel harekat birimlerini mutlaka görmelidir. Bu birimler, sayıca
oldukça fazla askerlerden oluşmalı, küçük bir kasabaya dahi büyük birlikler
gönderilmelidir. PKK'nın azgınlaştığı ve şehit haberlerinin arttığı şu günlerde
ise yapılması gereken seferberlik ilan edip, kısa süre içinde 4 milyon askeri
toplayıp, PKK ile ilgili sorunları bir veya birkaç gün içinde bitirmektir.
Güneydoğu illerimizin
merkezlerinde ve caddelerinde söz konusu özel harekat birimlerinin Allah-u
Ekber nidalarıyla yürüyüş yapmaları, ellerindeki mühimmatları PKK'ya tanıtacak
şekilde bir resmi geçiş düzenlemeleri tedirgin kalpleri teskin edecektir.
Tekrar hatırlatalım bu silahlar saldırı ve öldürme amaçlı değil, sadece
caydırma amaçlı sergilenecektir.
Kalekolların yapımına
devam edilmelidir. Özellikle son dönemlerde PKK'nın gözü dönmüşçesine
askerimize ve polisimize yönelik saldırıları, pervasızca gerçekleştirilen sokak
çatışmaları, askerimize ve polisimize kurulan hain pusular bile kalekolların
yapımının devam etmesi için yeterli bir sebeptir. Zaten hali hazırda savaşın
devam ettiği Suriye ve Irak sınırımız itibariyle de Güneydoğu bölgemiz riskli
bir coğrafyanın içindedir; kalekol yapımlarının sürmesi bu bakımdan da büyük
önem taşımaktadır. Kalekolların sayısı artarken kalitesi de artmalı, bu
birimler birer güvenlik noktası özelliğini taşırken aynı zamanda sağlık,
eğitim, sosyal aktiviteler gibi hususlarda da bölge halkına katkı sağlayacak
yaşam alanlarına dönüştürülmelidir. Bölgenin en iyi ve en kapsamlı şekilde
gözetlenebilmesi için MOBESE sistemlerinin çok profesyonel hale getirilmesi
şarttır.
"Düz ovada
gerilla savaşı yapan IŞİD'e yenildiğini”113
itiraf eden Cemil Bayık hatırlanacağı gibi Die Zeit gazetesine ise,“Türkiye
artık düzenli orduyla bize karşı bir savaş yürütemez”114 demiştir. Kendilerinin de yaptığı gibi enseden
vuran kahpece saldırılara karşı çaresiz olduğunu açıkça dile getirirken,
Türkiye'yi de –sırf kahpece bir gerilla mücadelesi yapmadığı içinkendince
güçsüz görmektedir. Bunun için uzun menzilli füze üretiminin veya alımının
hızlandırılması ve söz konusu füzelerin özellikle riskli bölgelere, hatta
doğrudan Kandil'e doğru konuşlandırılması gerekmektedir. Füze kuşkusuz ki tank,
tüfek, top, hatta uçak gibi tüm diğer savunma silahları arasında en etkili ve
en caydırıcı olandır. Bu sebeple menzili oldukça uzun olan füzelere ağırlık
vermek elzemdir.
Bu noktada İran örneğini
hatırlatmak yerinde olacaktır. İran, hatırlanacağı gibi, 2011 yılında PJAK'a
(PKK'nın İran kolu) yönelik olarak ani bir operasyon başlatmıştır. Söz konusu
operasyon sırasında İran içlerine girmiş olan PKK militanları geri çevrilmekle
kalmamış, İran Devrim Muhafızları Kandil dağına kadar militanları kovalamış,
PKK'ya ait bir kampı tümüyle ele geçirmiş ve kamplara yönelik kapsamlı bir
operasyona başlamak üzereyken PKK'ya geri çekilmeleri için süre vermiştir.
Irak'taki Peşmergeler de sınırları koruma altına almaları konusunda
uyarılmıştır. O dönemde PJAK, şiddetli korku sebebiyle, İran Devrim
Muhafızları'nın verdiği süreden çok önce geri çekilmiş ve "tek
taraflı" ateşkes ilan etmek mecburiyetinde kalmıştır. İran'dan ise bu tek
taraflı ateşkese uymasını "rica etmiştir". Karayılan'ın o dönemdeki
açıklamaları, İran yönteminin PKK'nın üzerinde nasıl bir deprem etkisi
yarattığını açıkça göstermektedir:
...Kandil alanında ve yine daha değişik alanlarda artık
sınır üzerinde PJAK gerillaları
olmayacaktır. Bu, İran'ı yeni bir
saldırıya tahrik etmemek için tek taraflı olarak alınmış bir tedbirdir ve umarım İran tarafından da dikkate
alınacaktır. Gelinen aşamada İran ile çatışma durumu çok kritik bir noktaya
gelip dayanmış bulunmaktadır. Çünkü bu aşamadan sonra İran tekrar saldırılarını başlatırsa, artık sadece PJAK değil, biz
de PKK olarak devreye girmek durumunda kalacağız... Oysa biz PKK olarak İran'a
karşı herhangi bir savaş ilan etmedik. İran İslam Cumhuriyeti'ne karşı savaşmak
da istemiyoruz.
Karayılan'ın İran'la
savaşa karşı bu isteksizliği, İran'ın elindeki silahlar ve güçlü ordusu
nedeniyle korku duyması ve yenileceğinden emin olmasındandır. Karayılan'ın yana
yakıla yaptığı açıklamalar da bunu teyit eder niteliktedir:
İran, PJAK şahsında ifadelendirdiği bu saldırısıyla tüm
Kandil'i işgal etmek istemektedir... Tankını, topunu, modern bütün silahlarını,
değil sadece Kandil'i, Hewler'i ve daha
da ötesini vurabilecek füzelerini, roketatarlarını ve bütün tekniği ile 30 bin askerini Kandil'in karşısına
konumlandırmıştır.115
Burada şunu hatırlatmak
gerekir: İran'ın şiddet, saldırı, idam gibi uygulamaları hiçbir şekilde tasvip
edebileceğimiz yöntemler değildir. Fakat caydırıcılık ve güç gösterisi
bakımından İran örneğinin dikkate alınması önemlidir. Karayılan'ın
açıklamalarından da anlaşılabileceği gibi sınıra dizilmiş olan İran füzeleri,
roketatarları ve İran askeri PKK üzerinde çok ciddi bir panik meydana getirmiş;
PKK adeta kendi parçası olan PJAK'la alakası olmadığını iddia eder bir aşamaya
gelmiştir.
PKK açıkça İran'dan af
dilemekte, mecburen aldıkları ateşkes kararına İran'ın da uyması için
yalvarmaktadır. Bütün bunlar İran'ın güç gösterisinin bir sonucudur.
Türkiye'nin de elinde oldukça güçlü bir ordusu ve imkanı olduğu açıktır.
İran'ın anti-demokratik uygulamalarını değil, fakat caydırıcı vasfını bu konuda
uygulamaya geçirmesi, hatta PKK ile mücadele konusunda İran ile işbirliği
yapılması faydalı olacaktır. İlerleyen satırlarda bu konunun üzerinde
durulacaktır.
2. Koruculuk sistemi
güçlendirilmelidir
Koruculuk sistemi,
geçmişten beri PKK'ya Güneydoğu'da en büyük darbeleri vurmuş, en sağlam savunma
mekanizmalarının başında gelir. Güneydoğu'nun güzel Kürt halkı, Kürt
milliyetçiliğini kullanarak ortaya çıkmış komünist terör örgütüne, yıllarca
canları pahasına hiçbir şekilde geçit vermemişlerdir. Ergenekon terör örgütünün
bölgede korkunç zulümler gerçekleştirdiği dönemlerde bile –bu konuya ilerleyen
satırlarda değinilecektir– yılmamışlar; Allah korkuları, imanları, vatan ve
millet sevgilerinden güç alarak canlarını siper etmişlerdir. Güneydoğu'nun pek
çok beldesi ve köyü, bu isimsiz kahramanlarımızın cesur ve yürekli mücadeleleri
nedeniyle asla PKK yuvası haline gelememiş, bu bölgelerin pek çoğuna PKK hiçbir
şekilde adım atamamıştır. PKK militanlarına karşı vatanına bağlı 70 bin köy
korucusu görev yapmıştır. Bu uğurda pek çok korucumuz şehit olmuş, kahpe PKK
tarafından aileleri dahi hedef alınmış, köylerine PKK tarafından baskınlar
düzenlenmiştir. Bütün bunlara rağmen köy korucularımız, korkusuzca, yalnızca
Allah'a bir can borçları olduğunu bilerek, Allah'a tevekkül ederek vatan için
görevlerini yerine getirmiş ve bundan da daima gurur duymuşlardır.
Dikkat edilirse PKK'nın
da tarihi boyunca en zorda kaldığı ve rahatsız olduğu konu köy korucularının
varlığı olmuştur. 26 Mart 1985 tarihinde 422 sayılı Köy Kanunu'nda yapılan
değişiklikle Geçici Köy Koruculuğu uygulamaya konulmuştur. Devlet yanlısı
köylülerin korucu olmasından hemen sonra, PKK, kahpe kurşunlarını koruculara
yöneltmiş; hatta daha da ileri giderek onların köylerine girip eşlerini,
yaşlılarını, çocuklarını katletmiştir. İşte böyledir; PKK, namlusunu kalleşçe
sadece savunmasız askere veya korucuya değil, mazlum kadına, çocuğa, yaşlıya
dahi uzatan, kundakta bebeklerin bulunduğu evleri ateşe veren kalleş bir terör
örgütüdür. Nitekim Öcalan birçok talimatında köy korucularını ve ailelerini
hedefleyerek şu emri vermiştir:
Köy, kişi, aile olarak onları ablukaya almalıyız. Böyle
özel bir intikam havasıyla onlara yaklaşmak gerekiyor. Göz ardı edemeyiz,
sindirmek şart.116
Ümit Özdağ'ın bu konuda
kitabında verdiği rakamlar oldukça ürkütücüdür:
PKK'nın devrimci şiddetinin sınır tanımadığı bu süreçte
243'ü bebek ve çocuk, 172'si de kadın ve çocuk olmak üzere toplam 799 sivil
katledildi. Süreç sonunda korucular toplam 1614 şehit verdiler. Gazi olan
korucu sayısı ise 1856'yı buldu.117
PKK'nın
"Kürtlük" propagandası, Kürt milliyetçiliğini kullanarak insanları
manipüle etmeye çalışması da koruculuk gerçeği ile tümüyle geçersiz
kılınmaktadır. Korucularımızın büyük bir kısmı Kürt ve Zaza kökenlidir. Geçici
Köy Korucu Dernekleri ve Şehit Aileleri Federasyonu Genel Koordinatörü Ata Altın'ın
ifade ettiği gibi, aileleriyle birlikte 1 milyonluk bir kitleye karşılık gelen
köy korucuları "Kürt kökenlidir, Kürtçeyi konuşmaktadır, Kürt kültürünü
yaşamaktadır; fakat terör ve bölünme istememektedirler.”118
Ergani Kortaş Köyü
Korucubaşı Adem Çakmak ise şu güzel açıklamaları yapmaktadır:
Bizler devlet yanlısıyız. Ergani'de 2 yıl önce ilk ben
silah aldım. PKK'ya o zaman da karşıydık, şimdi de karşıyız. Buralar elden
gitmesin diye silah aldık. Çapulcular eline silahı alıp buraları 'Kürdistan'
ilan edemez. Bunu kabul etmiyoruz, bu arada aslımızı da inkar etmiyoruz. Biz de
Kürtüz ama bölücü değiliz.119
Tarih boyunca bütün
silah bırakma şartnamelerinde PKK, ilk şart olarak köy korucularının devre dışı
bırakılması maddesini dayatmış ve bunun acilen uygulanmasını istemiştir.
Hatırlanacağı gibi çözüm süreci kapsamında yine silah bırakma bahanesiyle PKK
tarafından 10 maddelik bir şartname dayatılmış, bu 10 madde içinde "Çözüm
sürecinin sosyo-ekonomik boyutları" başlığı altında özellikle korucular
hedef alınmıştır. Bu maddeye göre "başta koruculuk sistemi ve boşaltılan
köyler sorunu olmak üzere yaklaşık 30 yıldır süregelen çatışma ortamının
yarattığı tüm sosyo-ekonomik sorunların giderilmesi" istenmiştir. Bu şart
tekrar göstermektedir ki, koruculuk, PKK'nın oldukça zayıf noktası, bir yürek
acısıdır.
Hal böyleyken köy
korucuları konusu Devletimiz tarafından daha ciddi şekilde ele alınmalıdır. Köy
korucu sistemleri çok daha ciddi şekilde güçlendirilmeli, korucularımızın
sayısı iki katına çıkarılmalı ve Devletimizin daha fazla koruması ve desteği
altına alınmalıdır. Bu konuda hükümetimiz tarafından hali hazırda çalışmalar
yapıldığı bilinmekte ve bu çabalar bizleri sevindirmektedir. Köy korucularına
güçlü silahlar verilmeli, bu silahları gittikleri her yerde taşımalarına olanak
sağlayacak kanunlar çıkarılmalıdır. Maaşları tekrar düzenlenmeli, maaşlarda
iyileştirme yapılmalı, aileleriyle birlikte rahat edecekleri ve güvende
olacakları bir ortam sağlanmalıdır. Geçici köy korucularının sigorta kapsamında
olmamaları büyük bir sorundur; bu sorunun hemen bertaraf edilmesi ve gerekli
sigorta işlemlerinin mutlaka yaptırılması gerekmektedir. Bu kişiler, canlarını
Allah rızası için vatan adına ortaya koymuş kişilerdir, onlara bir zarar
geldiğinde hem onların hem de ailelerinin rahat ettirilmesi ve sosyal güvence
altında olmaları Devletin sorumluluğunda olmalıdır. Korucularımızın
emekliliklerinde ellerinden silahlarının alınmaması elzemdir. Çünkü
bilinmektedir ki, PKK bu kişileri bellemekte, onların savunmasız olacakları
zamanı beklemektedir. Dolayısıyla emeklilik sonrası bu kişileri savunmasız
bırakmak PKK'ya hedef göstermek anlamına gelir. Emekliliklerinin sonrasında da
belli bir maaş ile bu kişilerin aileleriyle birlikte rahat etmeleri
sağlanmalıdır.
20 yıldır kolluk
kuvvetleriyle birlikte PKK ile mücadelede doğrudan aktif görev almış olan
korucularımızla sık sık durum değerlendirilmesi yapılmalı, onların
tecrübelerinden ve istihbaratlarından her daim faydalanılmalıdır. Çoğu zaman
araziyi bilmeyen askerlerin yanlarına korucuları alarak hareket ettikleri
bilinmektedir. Dolayısıyla korucuların her açıdan etkisinin çok yüksek olduğu
açıktır.
Son dönemlerde
korucularımıza yöneltilen kaçırma, rehin alma olaylarının sıklaşması, PKK'nın
korucu sisteminden tedirginliğinin bir diğer göstergesidir. Ancak bu tip
olaylar kimi zaman korucularımızın şehit olmasıyla sonuçlanmakta ve
korucularımıza gerekli koruma sağlanamamaktadır. Dahası söz konusu
korucularımız tehdit mektuplarıyla uzun süredir PKK'nın gözdağı ve yıldırma
taktiklerine maruz kalmaktadır. Söz konusu tehdit mektuplarında "Düşman!
Silahını iade et ki, Kürdistan'da yaşama hakkın olsun!” denilmekte,
Devletin verdiği silah düşman silahı olarak tanımlanmakta, ülkemizin
Güneydoğusuna ise "Kürdistan" adı verilmektedir. Bu pervasızlık devam
ederken, Güneydoğu'da yaşananları görmezden gelmek kuşkusuz ki akla ve vicdana
aykırıdır.
Geçici Köy Korucuları
Haklarını Koruma ve Yardımlaşma Derneği Başkanının A9 Televizyonu'nda yaptığı
şu açıklamalar oldukça önemlidir:
Biz var iken, Devletimiz bize görevde ihtiyaç duyar
iken, mücadelemizin başında iken, PKK, nerede bir gölgemizi görse, kaçacak
delik arıyordu. PKK diye bir şey yoktu.120
Açıktır ki korucu
sistemi, PKK'nın hem korku duyduğu hem de çaresiz kaldığı hayati sistemlerden
biridir. Cumhurbaşkanımız'ın bu konuya ehemmiyet verdiği, korucubaşlarıyla
yaptığı toplantılar neticesinde açık şekilde görülmektedir. Bu hassasiyeti
hükümetimiz mutlaka devam ettirmeli, koruculara Devletin desteğinin her zaman
süreceğini hissettirmelidir.
3. Kürtçe Anadil: Taktik
mi, zorunluluk mu?
"Kürtçe
anadil" konusunun bir kısım Kürt kardeşimiz için oldukça hassas bir konu
olduğu aşikardır. Güneydoğu'da pek çok ana-baba sadece Kürtçe bilmekte,
dolayısıyla pek çok Kürt kardeşimiz ilk öğrendikleri dillerinin yok olup
gitmesinden endişe duymaktadırlar. Kürtçe diye bir dilin unutturulmaya
çalışıldığı, Kürtçe konuşan veya yazanların dışlandığı, hatta hapislerde
yattığı geçmiş Türkiye'ye bakıldığında bu çekincelerinde haklı oldukları
görülmektedir. İlerleyen satırlarda daha detaylı inceleyeceğimiz gibi,
Ergenekon terör örgütü pek çok konuda olduğu gibi Kürtçe konusunda da Kürt
kardeşlerimize büyük eziyetler çektirmiştir.
Şunu öncelikle
belirtelim: Kürt dilinin unutturulması ve tümüyle dışlanması gibi bir konu bu
ülkede asla bir daha olmayacaktır, buna kesin olarak izin vermeyeceğiz. Hatta
Kürtçe, ülkemizin önemli bir değeri olarak çok daha fazla bilinmeli, bunun için
çeşitli kurslar ve dernekler açılmalı, çok daha geniş bir alana
yaygınlaşmalıdır. Kürtçe eserler çoğalmalı, Kürtçe türküler daha fazla dinlenir
hale gelmelidir.
Bu konuda hükümetimizin
son on yılda başlattığı girişimler oldukça güzel olmuştur. TRT Kurdi'nin
açılması, çeşitli Kürtçe açılımları ve asıl olarak Diyanet İşleri Başkanlığı
tarafından Kürtçe Kuran meali hazırlanması oldukça önemli gelişmelerdir. Kürtçe
Kuran mealinin bunca yıldır basılmamış olması, zaten Kürtçe üzerinde uygulanan
baskının vahametini göstermektir. Diyanet İşleri'nin ülkemizdeki başka dil ve
lehçeler için de Kuran meali basma hazırlıkları olduğu bilinmektedir. Bu çok
güzel bir haberdir; ülkemizde Arnavutça, Ermenice, Yunanca gibi çeşitli
dillerde bu çalışmanın yapılması oldukça faydalı olacaktır.
Anadil konusuna gelince:
Bu noktada Kürt kardeşlerimiz oldukça dikkatli olmalıdırlar. Çünkü anadil
konusu, PKK tarafından, özellikle aynı vatan içinde Türkler ve Kürtler diye bir
ayrımı yapmak için özel olarak kurgulanmış bir taktiktir. Komünist eylemleri
için daima Kürt milliyetçiliği kılıfını kullanmış olan PKK, uyguladığı terör
eylemlerini yine aynı kılıfa uygun hale getirebilmek, müzakereler sırasında
sanki hedefleri Kürtleri kurtarmakmış gibi görünebilmek adına anadil konusunu
gündeme getirmişlerdir. Burada tekrar belirtmekte fayda vardır: PKK'nın yeniden
başlattığı kanlı eylemlerle amacının aslında Kürt kardeşlerimizi kurtarmak
olmadığı gün yüzüne çıkmış durumdadır.
Şemdin Sakık, 2012
yılında Öcalan'ın cezaevi şartlarının iyileştirilmesi için PKK'lı ve PJAK'lı
483 hükümlünün Türkiye genelinde 58 cezaevinde "PKK zoruyla"
başlattıkları açlık grevinin istekler listesine "Kürtçe'nin anadil olarak
kamuda kullanılması" şartının sonradan eklenmesi konusunu şu şekilde
açıklamaktadır:
Örneğin başlangıçta 'Anadilde Eğitim' isteği eylemin
hedefleri arasında yoktu, belli ki planlamayı yapanlar bu sloganı istekler
listesine eklemeyi unutmuşlardı.
Peki neden?
Unutmak, beynin gereksiz şeyleri temizleme
faaliyetidir. Unuttular zira PKK'nın ... 'Anadilde Eğitim' gibi bir sorunları
hiç olmadı. Aksine hükümetin Kürt dili ve kültürüne yönelik olarak attığı her adım,
TRT-6'nın yayına başlamasında ve Kürtçe'nin seçmeli ders olarak müfredata dahil
edilmesinde görüldüğü gibi onların tepkisini çekti ve var güçleriyle bu
adımları boşa çıkarmaya çalıştılar. TRT-6'da çalıştığı için Kürt kızı Rojin'i
bile ölümle tehdit ettiler. Bunlar özünde Kürt kültüründen o kadar uzaktırlar
ki, Kürtçe'yi günlük hayatlarında bile kullanmıyorlar. Dolayısıyla 'Anadilde
Eğitim' maddesini istekler listesine eklemeyi unutmaları tamamen böylesi
amaçlarının olmayışından kaynaklandı. Bu isteği sonradan eklemeleri ise bu
sözde eyleme Kürt kitlesinin desteğini kazandırmak ve eylemin gerçek amacını
gizlemek içindi. 121
Gerçekten de, PKK'da
özellikle basılı yayın ve yazışmaların Türkçe ile yapıldığı, zorunlu olmadıkça
toplantılarda Türkçe konuşulduğu iyi bilinmektedir.
122 Pek çok kişinin Kürtçe
hakimiyeti bulunmamakta, hemen hiçbir köyün, hiçbir beldenin konuştuğu Kürtçe
birbiriyle benzeşmemekte, bu nedenle iletişim yolu olarak Kürtçe tercih
edilmemektedir. Bu nedenle kendi aralarında da en iyi anlaşma dili Türkçedir.
Kendi ideolojilerini okuyup iyi anlamak için de hep Türkçe eserlerden
faydalanmışlardır. Çünkü Kürtçe yayınlar her ne kadar var olsa da aslında
oldukça yetersizdir.
Dolayısıyla PKK'nın
gerçekte Kürtçe anadil gibi bir derdi yoktur. Örgüt, anadil kavramını daima
"Kürtlerin hakkını savunuyoruz" görünümünü vermek için kullanmakta ve
Kürt halkının olurunu almaya odaklanmaktadır. Keza Kürtçe, özellikle genç Kürt
nesil arasında da çok fazla tercih edilen bir dil değildir. Dünyaya açılmak,
tarihi bilgiler edinmek, edebiyat, bilim, teknoloji, tarih, genel kültür ve
siyaset gibi hiçbir konuda Kürtçe eserlere ulaşmak mümkün olamamaktadır. Hemen
her ülkede çeşitli dillerde yayınlanan ünlü bir eseri Türkçe olarak bulabilmek
mümkünken, Kürtçe olarak bulabilmek mümkün değildir. 21. Yüzyıl Enstitüsü'nün
Diyarbakır'da gerçekleştirdiği bir analiz şu şekildedir:
Diyarbakır'da Türk olduğu için Kürtçe bilmeyen önemli
bir nüfus olduğu gibi, Kürt veya Zaza olmakla beraber Kürtçe'yi ve Zazaca'yı az
bilen veya günlük yaşamında sadece Türkçe konuşan çok önemli bir nüfus
yaşamaktadır. Belediyelerin bütün Kürtçeleştirme çalışmalarına rağmen, işçi
arayan esnafın ilanlarını Türkçe vermekte ısrar etmesi, Kürtçeleştirme
çabalarının doğal bir süreç değil, siyasal bir süreç olduğunu göstermektedir.123
Bu elbette siyasal bir
süreçtir. Osmanlı'dan beri bu topraklar üzerinde yaşayan hiçbir halkın dil ile
ayrılma gibi bir derdi olmamıştır. Osmanlı Devleti çok çeşitli ve birbirinden
tümüyle farklı etnik gruplardan oluşmasına rağmen Osmanlı'nın dili daima Türkçe
olmuştur. Vali ve milletvekillerinin Türkçe bilmesi zorunludur. Devlet
memurları yetiştiren Enderun'un dili Türkçe olduğu gibi, mahkeme sicilleri de
Türkçe olarak tutulmuştur. Bu durum Arabistan, Mısır, Bingazi, Trablus, Rumeli,
Balkanlar, kısacası Osmanlı'nın hakimiyeti altındaki her yerde bu şekilde
olmuştur. Bunun nedeni, Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan her ferdin din ve
ırkına bakılmaksızın bir milletin temsilcisi olarak Türk sayılmasıdır. Buradaki
"Türklük" ve Türkçe'nin anadil olarak kullanımı ırka yönelik bir
tutum değil, bir bütünlük içindeki milleti tasvir eden bir tanımlamadır.
Günümüz demokratik
ülkelerine bakıldığında da uygulamaların bundan farklı olmadığı görülecektir.
Uluslararası sözleşmelerde, özellikle insan hakları konusunda bugün Avrupa'da
yürürlükte olan ve dünyaca en kabul edilir ve yaptırım gücü yüksek kararlar
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihatlarıdır. Dolayısıyla insan hakları
yönünden olduğu kadar, yine insan hakları konusunun bir parçası olan dil,
kültür ve kimlik konularında başvuru kaynağının AİHM olması en doğru olandır.
AİHM içtihatları ise, üniter devletlerin içinde farklı bir dil arayışını
reddeden çok sayıda kararı içermektedir. Birkaç örnek şöyledir:
AİHM'e Türkiye'den bir müracaat
yapılmış; isim değiştirmek ve Türkiye alfabesinde bulunmayan q, w ve x
harflerini kullanmak isteyen bir vatandaş, iç hukuk yollarını tüketince AİHM'e
başvurmuştur. Mahkeme, talebi reddetmiştir.
İsviçre Federal
Mahkemesi, anayasanın dillerle ilgili hükmünü dikkate alarak milli diller
Almanca, Fransızca, İtalyanca, Reto Romanca ve resmi diller; Almanca, Fransızca
ve İtalyanca dışında vatandaşların anadili hangisi olursa olsun, bu dillerin
dışında başka bir dille okul açmasını, eğitim ve öğretim talebinde bulunmasını
reddetmiştir.124
PKK, Güneydoğu'nun
kendince doğal aşamalarla Türkiye'den kopmasını sağlamaya çalışmaktadır. Dili
ayırmak, bu komünist örgüt için bu kopuşu en fazla hızlandıracak unsur
olacaktır. Çünkü bunu yapınca, Güneydoğu'dan Ankara veya İstanbul'a gelmiş olan
bir Kürt vatandaşımız tümüyle yabancılık çekecek, Ordu'dan Güneydoğu'ya atanan
bir doktor hastasıyla iletişim kuramayacak, Antalya'dan atanan bir öğretmen
öğrencilerine hiçbir şey anlatamaz hale gelecektir. Bir ülkenin, birbiriyle
iletişim kuramayan, farklı dil konuşan, birbirinden kopuk toplumları ortaya
çıkacaktır. "Doğal bölünme" zeminini oluşturabilmek için PKK bu
anadil maskesini kullanmaktadır. Güneydoğu'yu tümüyle izole bir hale getirip
orada komünist bir yönetim kurmak, halkın üzerinde istedikleri gibi baskı
oluşturabilmek için kendilerince en kısa yol olarak bunu bulmuşlardır.
Eski Bakanlarımızdan
Sadi Somuncuoğlu bu olayı şöyle özetlemektedir:
Buradaki dil tartışmalarının birinci amacı, varlığımızı
hedef alan kanlı terörü 'dil ve kültürel haklar' perdesi altında legalleştirmek
ve meşrulaştırmaktır; ikinci amacı ise; 'iki dilli – iki kimlikli' devlet
yapısına geçişi sağlamaktır. Böylece ülkemizin bölünmesinin yolu da açılmış
olmaktadır.125
Kürt kardeşlerimiz,
yüzlerce sene aynı topraklar üzerinde birlikte yaşamış olan Türk milletini
ayırmak için kurgulanmış bu oyuna gelmemelidirler. Kürtçe elbette okullarda
ders haline gelmeli, mutlaka öğrenilmesi teşvik edilmeli, daima canlı tutulmalı
ve edebi, siyasi, sanatsal eserlerle zenginleştirilmelidir. Türk halkının
önemli bir değeri ve parçası olarak varlığını korumalı ve
yaygınlaştırılmalıdır. Fakat Türkçe'yi unutturup sadece Kürtçe öğreterek Kürt
annelerimizin, babalarımızın, dedelerimizin, ninelerimizin, kardeşlerimizin
Türkiye'nin geri kalanında adeta bir yabancı gibi kalmalarının hedeflenmesi ve
dil meselesinin kalleş terör örgütü tarafından bölünme unsuru olarak
kullanılması çok köklü bir sorunun zeminini oluşturmak içindir.
4. Dindarlığın
güçlendirilmesi
Kürt, Zaza ve Arap
kökenli kardeşlerimizin çoğunlukta yaşadığı Güneydoğu bölgemizin en önemli
özelliklerinden biri dindar olmasıdır. O topraklar İslam'ın sıcaklığı,
güzelliği, güzel ahlakı ile yoğrulmuştur; Allah'a derin sevgi ve muhabbet ile
güçlenmiş ve ayakta kalmıştır. Kürt kardeşlerimiz dinden ayrı düşünemez, dinden
ayrı yaşayamazlar. Bu nedenledir ki tüm baskılarına rağmen kalleş PKK'nın
tehditlerine sonuna kadar göğüs germiş, geçmişte derin devletin baskılarına
rağmen iman gücüyle vatanın bütünlüğünü korumaya kararlı davranmışlardır.
PKK'nın bunca yıldır Güneydoğu bölgemizde bir egemenlik elde edememesinin en
büyük sebebi, bölgeye hakim olan dindarlık olmuştur.
Geçmişte aşiretlerin
hakim oldukları bölgelerde feodal sistemi yıkabilmek için farklı ve oldukça
hatalı bir yaklaşımda bulunulmuş ve bu bölgelerin dinden uzaklaştıkları
takdirde feodal düzenden kurtulabilecekleri gibi yanlış bir anlayış
gelişmiştir. İşte bu nedenledir ki bölge gençlerine genellikle dinden uzak,
çoğunlukla sol eğilimli bir eğitim şekli sunulmuştur. Sol söylemlerin yaygın
olduğu bir nevi özenti kültürü geliştirilmek istenmiştir. Son yıllarda Kürt
gençleri arasında dindarlık oranının azalması bu metodun getirdiği vahim
sonuçlardandır. Yeni nesil bir kısım Kürt gençler bu zihniyet esasına göre yetişmiş,
aldıkları bu yanlış eğitim neticesinde "dinsizlik – Kürt ırkçılığı –
PKK" ekseninin ortasında kalmışlardır. Bu gençlik, geçmişte yaşananlar
nedeniyle öfkelidir; çözümün PKK'da olmadığını bilmekte ama yine de Kürt
toplumlarını yıllarca Devletimize kenetlemiş olan ortak din duygusu kendi
açılarından sekteye uğradığı için isteksizce de olsa PKK'ya yönelmektedirler.
Birazdan eğitim konusu
çok daha detaylı anlatılacaktır. Fakat özellikle bu durumdaki gençlere yönelik
geliştirilmiş eğitim politikasına burada odaklanmak gerekmektedir. Güçlü aile
bağlarını simgeleyen aşiretlerin varlığı güzeldir ve bu aşiretler Güneydoğumuz
için birer süstürler. Fakat aşiretler içinde pek çok genci dağa çıkmaya mecbur
etmiş olan feodal sistemin verdiği zararları ortadan kaldırmak, gençleri dinden
uzaklaştırarak değil gerçek İslam eğitimi vererek mümkün olur. Kadını ikinci
sınıf vatandaş olarak görmek gibi din içine dahil edilmiş hurafeleri gidermek
sosyalist yaklaşımlarla mümkün olmaz. Sosyalizm kısa zaman içinde PKK
zihniyetindeki komünizm ve terör anlayışını getirecek ve toplumlar eşitlik
beklerken anarşi, adaletsizlik, yoksulluk, korku ve sevgisizlik belasının içine
düşeceklerdir. Güneydoğu'da gözlerimizin önünde böyle bir yapının gelişmesine
izin vermemiz imkansızdır.
Toplumda yer etmiş
hurafelerden kurtulmak ancak Kuran'da tarif edilen gerçek İslam'ın tam
anlamıyla anlaşılabilmesi ile mümkün olur. Bunu başarabilmek için de
Güneydoğu'da kadının üstünlüğü, demokrasi, adalet ve barış kavramlarını Kuran
ayetleriyle açıklayan bir eğitim sistemi geliştirilmelidir. Gerçek İslam'ın
sanat, müzik, bilim gibi değerleri teşvik ettiğini, en mükemmel demokrasi
şeklini tarif ettiğini, ırkçılığı lanetlediğini, kadını hiçbir toplumda
yaşanmadığı şekilde üstün tuttuğunu göstermek gerekmektedir. Bu eğitimi alan
gençler, kendi aşiret – aile bağlarını ve imanlarını güçlü tutmaya devam ederek
saygı temelli ve Kuran'a dayalı bir düzeni inşa edebilirler. Yeni nesil Kürt
gençlerimiz için bunu yerleşik kılmak çok kolay olacaktır. Yeter ki Devletimiz
eğitim şeklini bu şekilde düzenlesin.
Böyle bir eğitim, bir
kısım Güneydoğu gençlerini PKK'ya iten eşitsizliği ortadan kaldırırken, bir
yandan da PKK'ya vurulmuş ağır bir darbe olacaktır. Çünkü dindar gençler,
PKK'ya tevessül etmedikleri gibi aldıkları eğitimle PKK'nın çarpık ideolojisine
karşı koyabilecek şekilde donanımlı hale geleceklerdir. Böyle bir ideolojik
donanım, birazdan detaylarını görebileceğimiz gibi, PKK'yı halkımıza daha fazla
acı çektiremeyeceği şekilde, tümüyle etkisiz hale getirmek için yeterlidir.
5. Irak Kürt Bölgesi ve
İran ile ittifak
Daha önce detaylı
belirttiğimiz gibi, Batı'nın Büyük Kürdistan hayalinde dört ülkenin adı
geçmektedir. Bunlardan Suriye, yıllardır içinde bulunduğu iç savaş ve kargaşa
ortamının bir neticesi olarak ittifak veya çeşitli işbirliği önerileri
açısından devre dışı kalmıştır. Fakat İran ve Irak özerk Kürt yönetimi
ittifakımızın güçlü olduğu iki sınır komşumuzdur. Her iki ülkenin toprakları
üzerinde PKK'nın komünist Kürdistan kurma hayali vardır ve her iki ülke liderleri
de PKK'nın varlığından rahatsızdır. Bu son derece önemli ayrıntılar, üç ülkeyi
PKK'ya karşı ittifak konusunda eşsiz birer aday haline getirmektedir. Şu
durumda Türkiye'nin yapması gereken, PKK'ya karşı İran ve Irak'ı yanına alan
büyük, etkili ve güçlü bir birliktelik kurmaktır.
İran'ın PKK'ya yönelik
caydırıcı tutumundan daha önce bahsetmiştik. Elbette İran tarafından
gerçekleştirilen demokrasiye aykırı uygulamaları tasvip etmemiz mümkün
değildir; fakat İran ile özellikle sınırda PKK'yı caydırmaya yönelik çok güçlü
bir ittifak mümkündür ve mutlaka gerçekleştirilmelidir. Tarihe baktığımızda,
İran ve Türkiye'nin ciddi dostluk kurduğu zamanların PKK açısından oldukça
zorlu dönemler olduğu, iki ülke arasında soğukluk yaşandığı dönemlerde ise
PKK'nın hemen durumu yeni saldırılar için fırsat olarak değerlendirdiği
bilinmektedir. Demek ki PKK'yı, ciddi şekilde caydırıcı güç olarak gördüğü
İran'ın Türkiye gibi güçlü bir devlet ile ittifakı korkutmaktadır.
Bu fırsat iyi
değerlendirmelidir. Türkiye ordusu ve imkanlarıyla birlikte İran ile PKK'ya
karşı işbirliğini hissettirmeli, hatta bunu yeni stratejik anlaşmalarla resmi
hale getirmeli, istihbarat bilgileri paylaşılmalı ve PKK, herhangi bir
şımarıklığın nasıl sonuçlanabileceğini tahmin edebilmelidir. Böyle bir ittifak,
tek başına, PKK'nın tüm eylemlerini sona erdirecek güçtedir.
Irak Kürt Özerk yönetimi
açısından ise, Cumhurbaşkanı Mesud Barzani ve Başbakan Neçirvan Barzani dindar
kişilikleriyle bilinen güvenilir insanlardır. Türkiye ile bağlarının güçlü olması
son derece güzeldir ve bu birlikteliğin mutlaka daha güçlü dostluk ve
ittifaklarla pekişmesi gerekmektedir. Şu anda Irak Kürt bölgesinde ciddi
şekilde PKK hakimiyeti olduğu, hatta Peşmerge'nin bir kısmının PKK
destekçilerinden oluştuğu bilinmektedir. Zaman zaman Kandil'de mağaralarda
saklanan PKK yöneticilerinden Barzani'ye yönelik tehditler gelmekte ve Barzani
açıkça baskı altında tutulmak istenmektedir. Hatta bilindiği gibi 2015 yılı
başlarında PKK, bölgedeki karışıklıklardan faydalanarak, Irak Kürt bölgesinde
Ezidilerin yaşadıkları bölgeyi kendince kanton ilan etmiş ve Barzani bu duruma
oldukça ciddi tepki göstermiştir. Türkiye tarafından Kandil'e yönelik hava
operasyonları sırasında da PKK'ya ciddi tavır alan ve bu terör örgütüne
"Kürdistan'ı terk edin" şeklinde ültimatom veren yine Barzani'dir.
Barzani, PKK ile ilgili şikayetlerini zaman zaman dile getirmekte ve
Türkiye'den açık veya kapalı bir üslupla destek beklemektedir.
Barzani, kendisine
suçlamalarda bulunan PKK yöneticilerinden Duran Kalkan ile ilgili IKBY (Irak
Kürt Bölgesel Yönetimi) Parlamentosu ve hükümetine şu çağrıları yapmıştır:
Vatana ihanet içindeki bu oluşuma karşı uygun
tedbirleri alın. Bu tür oluşumlar tehlikelidir. ... Bu sesin (Duran Kalkan)
çıkmaması için bütün gücünüzle çaba gösterin. Vatana ihanet suçu olan bu
görüşlerin önünü kesin. Şerefli Kürdistan halkına da çağrım şudur: Böyle grupların Kürdistan'da varlık
bulmasına izin vermeyin. Vatana ihanet içindeki bu unsurlar iç savaş
çıkarmak istiyor. Fitne çıkarmayı
amaçlayan bu oluşumlara imkan tanımayın. Kürdistan'ın savunulması ve
halkımızın birliğinin sağlanması için elinizden gelen çabayı gösterin.
126
Açıktır ki Barzani,
Kürtlerin ve kendi özerk bölgesinin selameti ve bütünlüğü için endişe etmekte
ve PKK'yı fitne çıkaran, birliği bozan ve terör saçan bir virüs olarak
nitelemektedir. Kuşkusuz, kuruluşundan itibaren ABD'nin denetimi altında olması
Irak Kürdistan Özerk Yönetimi açısından riskli bir durumdur; çünkü söz konusu
yönetim bu sebeple ABD'nin yaptırım ve koşullarının dışına çıkamamakta, özgür
karar verememekte, denetim altında tutulmaktadır. Bu sebepledir ki Irak Kürt
Özerk Yönetimi, bir dönem gereksiz şekilde IŞİD ile bölgede çatışmaya girmiş,
bunun sonucunda da Peşmerge acı kayıplar vermiştir. Fakat bütün bunların yanı sıra,
ABD'nin bölgeden çekilmiş olduğunu da dikkate almak gerekmektedir. Irak Kürt
Bölgesi, ABD vesilesiyle elde ettiği ayrıcalıklı statüyü muhafaza etmek için
dost ve güçlü bir komşu ülkenin varlığına muhtaçtır. Bu şartlar da göz önüne
alındığında, Kürt Özerk Bölgesi'nin Türkiye desteğine her zamankinden daha
fazla ihtiyacı olduğu görülebilmektedir. Barzani bu talebi zaman zaman dile
getirmektedir. Elbette öncelikle sağlanması gereken Barzani'nin can
güvenliğidir. PKK tarafından sürekli tehdit altında tutulan ve ordusunda gizli
PKK'lılarla baş etmek zorunda kalan Barzani'nin içinde bulunduğu tehlike göz
önüne alınarak, Türkiye'deki özel birimler ve MIT tarafından korumaya alınması
elzem ve son derece acildir.
Büyük Ortadoğu
Projesi'nin felakete dönüştüğünü söyleyen ve "Türkiye'nin Amerikan
planlarına dahil olması, idam fermanını imzalaması anlamına gelir"
itirafını yapan CIA eski ajanı Graham Fuller'in bir başka doğru tespiti de şu
olmuştur: "Türkiye, Iraklı Kürtlerle diyaloğunu arttırabilirse PKK
sorununu çözebilir.”127
Bu oldukça doğru ve
önemli tespit mutlaka dikkate alınmalıdır. Irak Kürt yönetimi, İran ve Türkiye
gibi üç sınır komşusunun PKK'ya karşı müttefik olması, her türlü caydırıcı
unsuru PKK'ya yönelik olarak sergilemesi, istihbarat bilgilerini ve lojistik
desteklerini paylaşmaları, imkan olan her fırsatta PKK'ya yönelik dev bir
tehdit olduklarını hissettirmeleri, kısa süre içinde teröristleri caydıracak ve
susturacaktır. Türkiye'nin en kısa zamanda bu ittifakı sağlamak için harekete
geçmesi ve üç ülkenin PKK ile mücadele konusunda birlikte hareket etmesi
gerekmektedir.
6. Batı ile yakın çözüm
ittifakları sağlamak
Amerika başta olmak
üzere Batılı düşünce kuruluşları ve siyasiler içinde, Ortadoğu'daki kargaşayı
insani bir sorun olarak ciddiye alan ve bu konunun çözümü konusunda samimi
şekilde çaba gösteren kişilerin varlığı kuşkusuz bilinmektedir. Burada,
Ortadoğu üzerinde bölme planlarının aslında sayıca oldukça az bir kesime ait
olduğu hatırlatılmalıdır. Pek çok politikacı, bürokrat ve kanaat önderinin
odaklandığı nokta "insan" ve "barış" olmuştur. Dolayısıyla
Ortadoğu'da olup bitenler onların da canlarını yakmakta ve çözüm için gayret
göstermektedirler.
Söz konusu kişiler,
Ortadoğu'ya dehşetli bir felaket getirecek olan PKK gibi bir komünist harekete
karşı ittifak içinde olunması gereken kişilerdir. Özellikle bölgedeki
Müslümanlara yönelik ılımlı ve sıcak politikaları olan ve aynı zamanda Ortadoğu
problemine çözüm arayan yurt dışındaki bir kısım isimlerle mutlaka bağlantıya
geçilmelidir. Çeşitli sivil toplum kuruluşlarıyla bağlantı kurulmalı ve PKK
tehlikesi konusunda her biri ayrı ayrı bilgilendirilmelidir.
Etkili sosyal medya
kullanımı ile hem Türkiye hem de yurt dışında editörler, köşe yazarları, TV
yapımcıları ile tek tek bağlantıya geçilmelidir. Bu kişilere PKK'nın bölgedeki
komünist/materyalist özerk bir devlet kurma emelleri anlatılmalı ve bunu elde
etmek için sürdürdükleri sinsi, kanlı eylemler konusunda
bilgilendirilmelidirler. Yurtdışına ve ülkedeki bazı kesimlere karşı adeta
barış elçisi görüntüsüne bürünen PKK teröristlerinin ilk fırsat buldukları anda
sokaklarda pusu kurarak polisleri ve askerleri şehit ettikleri, evlerinde
uyuyan polislere kahpece silah doğrulttukları, kadınlara ve çocuklara dahi
saldırmakta tereddüt etmedikleri anlatılmalıdır.
Türkiye'nin bölünmesinin
bütün dünyayı da etkileyecek zararları, olumsuzlukları anlatılmalı, Türkiye'den
başlayacak komünist odaklı bir parçalanmanın domino etkisiyle tüm İslam
ülkelerine, oradan da tüm kıtalara yayılacak bir savaş ve terör ortamını
tetikleyeceği izah edilmelidir. PKK'nın gerçek mahiyetinin pek çok Batılı
tarafından bilinmediği akılda tutulmalıdır. Komünist-Stalinist bir terör
örgütünün güçlenmesinin Ortadoğu için nelere mal olacağı mutlaka ikna edici
gerçeklerle izah edilmelidir.
Batı ile işbirliği
esnasında ve ikna çabaları sırasında çeşitli zorluklarla karşılaşılabileceği,
PKK gerçeğinden habersiz insanların bu izahlara direnebileceği dikkate
alınmalıdır. Bu sebeple anlatımlarda düşmanca veya ırkçı söylemlerden
kaçınılmalı, güzel, akılcı, sabırlı, samimi, ılımlı sözlerle anlatım
yapılmalıdır. Anlatılacakların fikri altyapısı kurulmalı ve bilimsel metotlar
seçilmedir. İlmi ve akılcı temellere dayanmayan, romantik, zayıf, delilsiz
anlatımlara kesinlikle yer verilmemelidir.
Batı'daki duyarlı
kişiler, "medeniyetler çatışması" fikri yerine "iyilerin
ittifakının" mutlaka zafere ulaştıracağı konusunda ikna edilmelidirler.
Sorunlara karşı, Hristiyan, Musevi ve Müslümanların ortak bir birlik içinde
hareket etmelerinin önemli olduğu ve Türkiye'nin bu konuda hazır olduğu mutlaka
vurgulanmalıdır. Gerçek İslam ve Kuran'ın yeterliliği anlatılmalı, Ortadoğu
politikamızın İslam'ın gerçek ruhunu yansıtan bir barış politikası olduğu
vurgulanmalıdır.
Türkiye'nin bir NATO
üyesi olduğunu fakat NATO'nun ülkemiz söz konusu olduğunda üzerine düşen
yükümlülükleri yerine getirmediği hatırlatılmalıdır. NATO, tarafımızdan yapılan
toplantı çağrılarına icabet etse de ülkemizin bölünme tehdidi altında terör
saldırıları ile karşı karşıya olduğu gerçeğine karşı büyük ölçüde ilgisiz
kalmaktadır. Amerika'ya yönelik bir terör saldırısına karşı Afganistan ve Irak
gibi iki ülkenin haksız yere işgal edilmesi normal karşılanmıştır. Fakat
Türkiye'ye 40 yıldır saldıran terör örgütüne karşı elle tutulur hiçbir şey
yapılmadığı, örgütün sadece ilgili devletler tarafından terör listesine
alındığı, bu şartın da PYD/YPG üzerinden bozulduğu, dolayısıyla terör örgütü
PKK'nın çeşitli kurumlar ve derin devletlerce doğrudan destekleniyor olduğu
herkese duyurulmalıdır.
7. Kesin çözüm: PKK'nın
ideolojisine vurmak!
PKK'nın ideolojisi
komünizmdir. Komünizmin kökeni ise Marksizm'dir. Marks ise, kendi geliştirdiği
bu ideolojiye neyi temel aldığını şu sözleriyle açıklar:
(Charles Darwin'in Türlerin Kökeni kitabını kastederek)
Bizim görüşlerimizin doğal tarih
temelini içeren kitap, işte budur. 128
Darwin'in yapıtı
büyük bir yapıttır. Tarihteki sınıf mücadelesinin doğa bilimleri açısından
temelini oluşturuyor.129
Hatırlanacağı gibi
Öcalan, kendisini çağımızın Lenin'i olarak tanımlamıştır ve Stalin'in
uygulamalarını hayata geçirmeye çalışmaktadır. Öcalan'ın kendisine rehber
edindiği Stalin ise, kendi uygulamalarının temelini şu sözlerle açıklamıştır:
Genç nesillerin zihnini yaratılış düşüncesinden
arındırmak için onlara tek bir şeyi öğretmeliyiz: Darwin'in öğretilerini.130
Görülebileceği gibi
dikkat çekici ortak nokta, Darwin'in evrim teorisidir. Komünizm için bu teori
çıkış noktası olarak alınmış, komünist liderler daima evrim fikrinin
yaygınlaşmasını savunmuşlardır. Daha önceki satırlarda detaylı değindiğimiz
gibi Öcalan bir Darwinist'tir ve PKK yapılanmasını bu ideoloji üzerine
şekillendirmiştir.
Şu an ülkemizde
uygulanan terör eylemleri ve Sovyetler Birliği, Çin, Kamboçya, Vietnam, Kore
gibi ülkelerde yaşanmış olan korkunç katliamlar hep tek bir ideolojiyi esas
almaktadır: Evrim teorisini. Bu şu demektir: Eğer evrim teorisi yıkılırsa,
komünizmin kendisine temel aldığı diyalektik ve komünal sistem gibi kavramlar
ortadan kalkacak, güçlünün zayıfı ezerek ayakta kalması ve doğadaki yaşam
mücadelesi kavramları yıkılarak komünizmin şart koştuğu terör ve anarşi zemin
bulamayacaktır. Komünistlere ise kötü bir haberimiz var; EVRİM TEORİSİ BİR
SAFSATADIR..
PKK'nın dağda
militanlara verdiği ilk eğitim Darwinist eğitimdir. Ardından Darwinizm-komünizm
birlikteliği üzerine propaganda çalışmaları yapılır ve verilen tek yanlı eğitim
sonucunda terörü gerçekleştirmek, insan öldürmek veya ölüme gitmek son derece
kolaylaşır. Terör örgütünün ortadan kaldırılması için komünist ideolojinin
ortadan kaldırılması gerekir ki bu ancak Darwinizm'in bir safsata olduğunun
anlatılmasıyla mümkün olabilecektir. Fakat kendi okullarımızda kendi
çocuklarımıza Darwinist eğitim resmi olarak veriliyorken (bu konu önceki
bölümde detaylı olarak açıklanmıştır), değil dağa çıkan PKK'lılara doğru
eğitimi verebilmek, kendi çocuklarımıza bile hakim olmak oldukça güç olacaktır.
Allah vermesin, şiddetin ve vahşetin, tahammülsüzlüğün ve nefretin,
saldırganlaşmaların bu kadar yayılmasından şikayet eden toplumumuz içinde
komünist terörist zihniyetin yerleşmesi de bu eğitim sistemi dahilinde oldukça
kolaylaşacaktır. Dolayısıyla gençlerimiz PKK ile ideolojik anlamda savaşa son
derece hazırlıksızdır. Okullarda PKK militanlarıyla aynı yanlış eğitimi
aldıklarından, doğru eğitim onlara hiçbir koldan verilmediğinden, PKK'ya karşı
ideolojik mücadele zeminine sahip değildirler.
Kuşkusuz Darwinist
diktatörlük köklü bir yapılanmadır ve tüm ülkeler üzerinde etkili olduğu gibi
bizim ülkemizde de etkilidir. Dolayısıyla müfredatlarda değişiklik çok kolay
olmayabilir. Bu konuda yetkililer çözümsüz durumda kalıyor olabilirler. Fakat
yine de şu yöntem izlenebilir:
Okullarda genel kültür
olarak evrim teorisinin okutulması devam edebilir, bizim buna bir itirazımız
yoktur. Fakat aynı zamanda teorinin yanlışlığına dair cevapların da verildiği
çeşitli derslerin eklenmesi veya mevcut dersler içinde bu cevapların
anlatılması oldukça hayatidir. Bu konuda takdir öğrenciye bırakılacak;
öğrenciye sadece yeryüzü katmanlarından çıkarılmış çeşitli fosil örneklerinden
sunulacaktır. Çamurlu suda bir proteinin neden tesadüfen meydana
gelemeyeceğinin bilimsel delilleri anlatılacaktır. "Evrim tesadüfen bir
canlı hücrenin kendi kendine ortaya çıktığını söyler, bilimsel deneyler ise
bunun aksine şu sonuçları vermiştir" şeklinde bilimsel sonuçlar
aktarılacaktır. Bu bir Yaratılış dersi olmayacaktır. Sadece biyoloji dersinde
evrimsel sahtekarlıklar anlatılırken aynı zamanda bilimsel deliller
verilecektir, o kadar.
Bütün bunların dışında
özellikle Güneydoğu bölgemiz için özel bir eğitim programının
gerçekleştirilmesi şarttır. Bölge halkının anti-komünist eğitim alması ve aynı
zamanda bu eğitimin dağdaki teröristlere de ulaşması komünist terörün sona
ermesi için tek etkili yoldur. Bunu yapabilmek için özellikle Güneydoğu'da
Darwinizm'in ve komünizmin ideoloji olarak temelinin olmadığını bilimsel
delillerle açıklayan kitapların ve broşürlerin dağıtılması, konferanslar
verilmesi, sinevizyon gösterileri yapılması, aydınlatıcı eğitim programlarının
gerçekleştirilmesi hayatidir. Özellikle TV programlarıyla Güneydoğu'ya ulaşmak
gerekmektedir. Bu konuda Devletin kanalları devrede olmalı, TRT ve TRT Kurdi
gibi kanallar vasıtasıyla bu eğitim seferberliği acil olarak yerine
getirilmelidir. [İzlenecek eğitim programlarının detayları için bkz. Harun
Yahya, Komünist Kürdistan Tehlikesi (internette tam metin olarak
mevcuttur)]
Eğitim Olmadan Komünist Terör
Son Bulmaz
Şu unutulmamalıdır:
Komünist terör için her türlü caydırıcı tedbire başvurulabilir, fakat
komünistlerin silaha sarılmalarına sebep olan şey ideolojileridir. İdeolojiyi
çürütmeden barış anlaşmaları, karşılıklı müzakereler veya caydırıcı yöntemler
hiçbir şekilde kesin sonuç vermeyecektir. Hiçbir komünist kalkışma, müzakere
ile dindirilememiştir. Günümüzde İrlanda'daki IRA'yı veya İspanya'daki ETA'yı
örnek vermeye kalkışanlar çok büyük yanılgı içindedirler. Ülkemizdeki terör,
komünist Kürdistan inşa etme hayali üzerine kuruludur ve eğer bir eğitim
politikası başlatılmazsa, bu hedef oluşana kadar sona ermeyecektir.
Gençlerimiz komünist
tehlikeye yönelik eğitilmeli, ne ile karşı karşıya olduklarını bunu hangi
bilimsel yöntemlerle ortadan kaldıracaklarını öğrenmelidirler. Güneydoğu'daki
kardeşlerimiz, hem Darwinist-komünist tehlikeyi çürütecek bilimsel bilgilere
vakıf olmalı, hem de Kuran'daki gerçek İslam anlayışını tanıyarak bağnaz
zihniyetin oluşturduğu arazlardan, hurafelerden kurtulmalıdırlar. Özellikle
Güneydoğu bölgemize yönelik eğitim politikası son derece önemlidir. Bu eğitim
politikası, oradaki kardeşlerimize yönelik sevgi politikasıyla birlikte
yürümeli, bu eğitim hem Devletimizin hem de halkımızın sevgisiyle beraber
verilmelidir.
Eğitimcilerin,
kendilerini üstün gören, kibirli bir görünüm vermeleri çok büyük sakıncalar
doğurabilir. Özellikle Kürt gençlerinin uzun zamandır yaşadıkları rahatsızlığın
temelinde bu gerçek olduğu unutulmamalıdır. Bu ülke içinde her vatandaş her
yönüyle eşittir ve birinin diğerine üstünlük iddiasında bulunması, sadece o
kişinin cahilliğinin bir göstergesidir. Dolayısıyla eğitim, mutlaka
Güneydoğu'nun hasret kaldığı sevgi ile birlikte sunulmalıdır.
Güneydoğu halkımızın
yıllar içinde ezilmişliği, gayet iyi bildiğimiz, sonuçlarını hayretle
izlediğimiz oldukça vahim bir konudur. Her ne kadar Kürt kardeşlerimiz yıllar
boyunca çok acı çektilerse de bu, mutlaka telafi edilebilir bir hatadır. Bu
asla unutulmamalıdır.
Bir sonraki bölüm,
detaylı olarak bu önemli konuya ayrılmıştır.
7. BÖLÜM
KÜRK KARDEŞLERİMİZİN
SORUNLARINI ANLAMAK
Derin devletler, güçlü
veya zayıf, gelişmiş ya da geri kalmış, neredeyse her ülkenin zemininde yer
alırlar. Devletlerin kararları, uygulamaları, talepleri, barışları ve savaşları
daima bu derin devletlerin kontrolü altında olmuştur. ABD gibi güçlü bir ülke
nasıl derin devletlerin etkisiyle bugün Ortadoğu ve komünist Kürdistan projesi
uyguluyorsa, İran da bu derin devlet politikası nedeniyle Ortadoğu'nun bir
kısım Sünnileri tarafından tehdit olarak görülmekte; Suriye iç savaşı da,
Rusya-İran-Çin derin devletlerinin nüfuzu nedeniyle çözüme ulaşamamaktadır.
Çoğu zaman Devlet Başkanları ve devletler karar mekanizmaları üzerinde öylesine
güçsüzlerdir ki, politize edilmemiş vicdani söylemleri uygulamalarıyla tümüyle
çelişir. Çünkü uygulamada mutlaka derin devletlerin dediğini yapmak
zorundadırlar.
Türkiye'nin de geçmişi,
bu karanlık derin devlet sisteminin en ürkütücü, en soğuk ve en acımasız
şeklinin yaşandığı oldukça puslu bir geçmiştir. Bu dönem içinde belli kesimler
üzerinde baskılar hiçbir zaman son bulmamış, ülke içinde faili meçhuller hiçbir
zaman kesilmemiştir. Vesayet sistemi tüm ürkütücülüğüyle devlete egemen olmuş,
Ergenekon derin devleti tüm sinsiliğiyle ülkeyi dinsiz, faşist bir çizgiye
doğru götürmeye başlamıştır.
Son 10 yılda devlet
içinde çöreklenmiş olan bu terör örgütünün ifşa edilmesi ülkemizde tertemiz bir
nefes etkisi göstermiştir. Faili meçhuller büyük ölçüde son bulmuş, dindar
kesim üzerindeki baskılar çoğunlukla kalkmış, farklı etnik gruplara yönelik
şiddet azalmıştır. Türkiye'de derin devlet mekanizmasının tümüyle yok olduğunu
söylemek zordur. Böyle bir sistemin yargı veya basın gibi organların içine
sızmış bazı kişiler ile varlığını halen gösterdiğini söylemek güç değildir.
Fakat eski Türkiye anlayışı büyük ölçüde yenilmiş, halkımız üzerindeki baskılar
azalmıştır.
Geçmişte, Ergenekon
derin devletinin çirkin yüzü tüm yurtta çeşitli şekillerde hissedilirken,
kuşkusuz bunun etkilerini en fazla hisseden kesimlerden biri Kürt kardeşlerimiz
olmuştur. Bunu telafi edebilmek için, onların çektiği acıları iyi bilmek
gerekmektedir.
İki Tehdit Arasında
Kürtler
Osmanlı
İmparatorluğu'nun yıkılmasının ardından Irak, Suriye ve Türkiye arasında
dağınık durumda kalan (İran'daki nüfuslarıyla birlikte dörde bölünmüş olan)
Kürt halkı, çeşitli zorluk ve baskılarla karşılaştılar. Irak'ta Saddam,
Suriye'de Esad diğer bir deyişle Baas rejimleri Kürtleri yok etmeye yönelik bir
baskı siyaseti izledi. Saddam, kimyasal silah kullanarak Kürtlere toplu katliam
yaparken, Esad Kürt halkının hak ve özgürlüklerini kullanmalarına izin vermek
bir yana, onlara nüfus kağıdı dahi vermiyor, onları tamamen yok sayıyordu. Türkiye'de
ise derin devlet zihniyetinin hakim olduğu dönemlerde Aleviler, dindarlar,
muhafazakarlar gibi Kürt vatandaşlarımız da şiddetli baskı gördüler.
Özellikle 90'lı yılların
Güneydoğusu, terör örgütü PKK'nın tehdit ve baskılarının Kürt kardeşlerimize
yöneltildiği en zorlu dönemlerden biridir. Bu dönemin, aynı zamanda
Güneydoğu'da Devlet yerine derin devletin hakimiyet kurduğu ve kağıda
dökülmemiş illegal uygulamalarla dehşet yaşattığı bir dönem olduğu herkesin
malumudur. PKK'ya karşı mücadele veren aşiretlerin bile derin devlet tarafından
sorgulandığı; Devletin atadığı vatansever korucu kardeşlerimizin PKK ajanı ilan
edilip derin devlet yetkilileri tarafından defalarca işkenceye uğratıldıkları;
kardeşi, oğlu veya kızı dağda olan ailelerin, PKK karşıtı olmalarına rağmen
sürekli baskı altında tutulduğu korkunç bir dönemdir bu.
Bu dönemde hain terör
örgütü PKK tarafından ciddi şekilde baskı gören köy korucularımızın aileleri
dahi PKK'nın hain kurşunlarına hedef olmuşken ve canlarını Allah rızası için
vatan uğruna ortaya koymuşken, bir yandan da derin devletin hedefi haline
gelmişlerdir. Sorgusuz sualsiz evlerinden alınan pek çok Kürt vatandaşımızın
bir kısmından bir daha haber alınamamış, bir kısmı ise günlerce korkunç
sorgulara tabi tutulmuşlardır. Bu dönem, kardeşin kardeşi vurduğu, sayısız
faili meçhul cinayetin işlendiği, milyarlarca dolarlık maddi zararın Türkiye'yi
vurduğu bir dönemdir.
Devletin yetkilerini
haksız yollarla kullanan derin devletin oluşturduğu illegal örgütler, bölge
halkına sürekli olarak baskı ve kötü muamelede bulunmuşlardır. Devlet içine
çöreklenmiş bu çeteler, bölgede adeta yetki sahibi devlet gibi davranıp devlet
otoritesini şahsi çıkarları doğrultusunda kullanmış, bölgede her türlü illegal
faaliyeti gerçekleştirmişlerdir. Öyle ki, dönemin köy korucularının izahlarına
göre, bölgede teröre karşı verilen mücadeleye en büyük zararı bu kişiler ve
örgütler vermişlerdir.131 Terörün durması da, bir açıdan, bu derin
örgütlerin faaliyetleri neticesinde mümkün olmamıştır.
O dönemde Güneydoğu'da
Devlet yoktur. Mazlum Kürt halkı iki ateş arasında sahipsiz bırakılmıştır.
Yaşadıkları haksızlıkları, işkenceleri, kabusları şikayet edecekleri bir mercii
yoktur. Hak arayanlar, yine, tehdit ve işkencelerle karşılaşmaktadırlar. Resmi
daireler dahi derin devletin himayesi altında rüşvet çarkının gizlice işlediği
yerler halini almıştır.132 Fakat halkın, bunu dahi şikayet edebileceği bir
mercii bulunmamaktadır. Söz konusu derin devletin baskılarıyla medya özgürlüğü
tümüyle kısıtlanmış ve bunun sonucunda da bölgede yaşanan katliamlar, faili
meçhuller, sebepsiz gözaltılar, baskılar ve tüm diğer sorunlar gizli kalmıştır.
Bölge köylerine sahte
gerekçelerle derin devlet yapılanmaları baskınlar yapmaya başlamış, köy halkını
meydanlara toplayarak onlara gözdağı vermiş, pek çok kişiyi sebepsiz
gözaltılarla alıp götürmüşlerdir. Aynı köyler bu kez de geceleri PKK
militanları tarafından basılmakta, onlar tarafından da eş zamanlı baskı
uygulanmaktadır. Zalim PKK'lılar örgütün propagandasını yaparak, zorla para
toplayarak, şüphelendikleri kişileri ihbarcı veya ajan diye katlederek daha
korkunç bir zulüm yapmaktadırlar.133
Dindar Kürt halkımız, belki de en fazla ihtiyacı olduğu bir zamanda yanında
Devleti bulamamış, hakkını arayamamış, haksızlıkların en şiddetlisiyle karşı
karşıya kalmıştır.
Ergenekon terör örgütü,
Türkiye'yi her an karışıklık çıkartılabilecek bir zeminde tutarak dilediği
anda, dilediği bölgede olağanüstü hal ilan edebilmiştir. Ergenekon terör örgütü
tarafından, terörle mücadele adı altında köyler boşaltılmış, yakılmış,
yüzbinlerce Kürt kökenli vatandaşımız yaşadıkları yerlerden göç etmek zorunda
bırakılmıştır. Göç edilen Mersin, Adana, Ankara, İstanbul gibi şehirlerde
Kürtlerin ikamet ettiği gecekondu mahallelerinde ilkel şartlarda yaşamak
zorunda bırakılmaları PKK propagandalarına uygun bir zemin hazırlamış ve
PKK'nın şehir yapılanmasında önemli rol oynamıştır.
Birçok Kürt aydın ya da
kanaat önderi ya hukuksuzca tutuklanmış ya da suikast ile katledilmiştir.
Bunların çoğunun, Ergenekon-PKK işbirliğiyle organize edildiği çok iyi bilinen
bir gerçektir.
Derin devlet bölgeyi
kasıtlı olarak ihmal ederken, bölge halkına sahip çıkan, iş, aş, imkan, vs.
temin eden kurtarıcı görünümü verilerek, PKK ön plana çıkarılmıştır. Bölge
kasıtlı olarak sosyoekonomik bakımdan geri bırakılmış, halk bilinçli bir
şekilde yoksulluğa, sefalete ve cehalete terk edilmiştir. Bütün bunların
sonucunda da kısıtlı iletişim imkanları da fırsat bilinerek bölge halkı
"kara propagandalarla" yanıltılmış ve devlet adeta "Kürtleri yok
etmek isteyen faşist bir güç" olarak gösterilmiştir.
Kuşkusuz başından beri
Ergenekon terör örgütünün de hedefi, Türkiye'yi parçalamak, canımız gibi
sevdiğimiz Kürt kardeşlerimizi bizden ayırmak ve Türkiye'den ayrı bir komünist
Kürdistan kurmak olmuştur. Bunun için özellikle Kürt halkı üzerinde baskı
uygulayarak onları dışlamak istemiş, onların bu baskı altında Türkiye'den
kopmayı talep etmelerini beklemiştir. Fakat bu karanlık derin devlet, Kürt
halkının iman gücünü, vatana ve millete bağlılığını hiçbir zaman hesaba
katmamıştır. Bu değerli halk, Devletin kendilerini ciddi şekilde –ve yine derin
devlet baskısıyla– ihmal ettiği dönemlerde bile Devlete olan inançlarını
yitirmemişler, asla kopup ayrılmayı düşünmemişlerdir. Ergenekon terör örgütü,
işte bu kararlılık neticesinde Kürt kardeşlerimiz üzerinde kurguladığı
senaryoda başarısız olmuş ve hesaba katmadıkları büyük bir yenilgiye
uğramıştır.
Kürt kardeşlerimiz şunu
bilmelidir: O dönemde Güneydoğu'da olan bitenlerden habersiz değiliz. Kürt
kardeşlerimizin ciddi şekilde baskı altında tutulduklarını, olağanüstü
haksızlıklara maruz kaldıklarını, kendi ailelerinden adaletsizce kayıplar
verdiklerini, bir yandan sinsi PKK belasıyla boğuşurken bir yandan derin
devletin tetikçileriyle mücadele etmek zorunda olduklarını çok iyi biliyoruz.
Bununla birlikte maruz kaldıkları yoksullukların, aile ve aşiret içi
baskıların, feodal sistemin getirdiği acıların da farkındayız. Kürtçe'nin yok
edilmeye çalışıldığından, Kürt kültür ve ananelerine şiddetle savaş
açıldığından da haberimiz var. Kürt kardeşlerimiz için çözüm önerileri
sunarken, PKK'ya yönelik bir üslup geliştirirken bütün bu gerçekleri bilerek
hareket ediyoruz.
Yine PKK'ya katılımlarda
pek çok Kürt genci üzerinde komünist söylemlerden çok, maruz kaldıkları
adaletsizliklerin etkili olduğunun, dağa çıktıktan bir süre sonra da bu
gençlerin bir kısmının örgüt baskısından dolayı bir daha geri dönemediklerinin
farkındayız. Pek çok genç, terör örgütünün Stalinist, komünist ve dinsiz bir
teşkilat olduğunu sonradan fark ettiklerini açıkça söylemektedirler. Yine hali
hazırda Güneydoğu'da ve yurdun çeşitli yerlerinde yaşayan Kürt gençleri içinde,
derin devletin illegal yapılarının kendisine, ana-babasına yaptığı fena
muameleler nedeniyle Devlete ve Türk kimliğine öfke duyan ve küskün olan bir
topluluğun olduğunun da farkındayız. Bir kısım kişilerin yaptıkları gibi
bunlara gözlerimizi kapatmış veya bunları yok sayıyor değiliz. Kürt
kardeşlerimiz şu önemli noktayı unutmamalıdırlar: Buradaki amaç, bütün bunlara
çözüm bulmaktır.
Kürt ve PKK Ayrımını İyi Yapmak
Öncelikle dünyanın bazı
süper güçlerinin, hatta ülkemizde de birtakım kişilerin ısrarla anlamazlıktan
geldiği şu gerçeğe vurgu yapalım: Kürt ve PKK ayrı şeylerdir. Kürt; nur,
efendilik, onur, haysiyet, namus, güzellik demektir. PKK ise adı üstünde
Pislik, Kahpe, Kalleştir. Bir Kürdü PKK'lı olmakla yaftalamak, ona yapılmış en
büyük hakaretlerden biridir. Kürt kardeşlerimizin efendiliği ve asaletine
gösterilen en büyük iftiradır.
Konunun bu yönünü
bilmeyen veya bu gerçeği kabul etmek istemeyenler genellikle Marksist PKK
hareketini bir "Kürt direniş hareketi" şeklinde yorumlamakta ve terör
eylemlerini Güneydoğu halkının tümünü kapsayan bir hareket olarak
değerlendirmektedir. Oysa bu çok büyük bir aldatmaca ve haksızlıktır. Daha önce
de belirttiğimiz gibi PKK terör örgütü, asıl olarak Kürt kardeşlerimizi hedef
almış bir örgüttür. Şu anda da korku imparatorluğu Kürtler üzerine kurulmuştur.
Nitekim PKK'ya karşı vatanı koruyan askerin büyük çoğunluğu, korucularımızın
ise neredeyse tamamı Kürt'tür. Allah rızası için vatan topraklarını korumak
adına PKK'ya karşı kendi canlarını ortaya koymaktadırlar.
Tüm Kürtleri sanki
PKK'ya destek veren, Türkiye'den ayrı bir halkmış ve devlete kesin olarak
karşıymış gibi göstermek de Kürt kardeşlerimizin üzerinde geçmişten beri
uygulanmış bir başka toplum mühendisliğidir. Bu şekilde, terör yapan bir avuç
komünist katille, Doğulu ve Kürt kökenli masum vatandaşlarımız bir gösterilmek
istenmektedir. Bu suretle, Türkiye'nin her köşesinde Kürt kardeşlerimize karşı
bir nefret ve düşmanlık ortamı oluşturulmaya çalışılmıştır.
Kürtlerle PKK'yı bir
gösterme gayreti çok tehlikeli ve sinsi bir taktiktir. Türkiye'nin birçok
yerinde Kürt vatandaşlara "PKK'lı" denilerek saldırılar
düzenlenmiştir. Bu saldırılar da PKK için bulunmaz bir propaganda vasıtası
haline dönüştürülmüştür. Bölge insanına, "Bakın sizi Türkler istemiyor,
size düşmanlar" imajı verilmiş ve PKK'nın kullanacağı bir ortam
hazırlanmıştır.
Güneydoğulu Kürt
vatandaşlarımızın çok büyük bir kesiminin vatanına ölesiye bağlı, dindar ve
Anadolu ahlakının bütün güzelliklerini taşıyan üstün insanlar olduğu gerçeği
görmezden gelinemez. Allah korusun, sözün gelişi, bölgede –tüm silah
baskılarından arınmış bir şekildebir özerklik referandumu gerçekleştirilecek
olsa, bölünmeye ilk karşı çıkacak olanların Kürtler olacağı hemen görülecektir.
Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi'nden (BİLGESAM) Dr. Salih
Akyürek'in Kürt sorunu üzerine hazırladığı rapor, bağımsızlık ya da federasyon
talebinin bölge halkı arasında yüzde 90’ın üzerinde bir oranla kabul
görmediğini ortaya koymuştur.
Kürt ve Zaza
vatandaşlara "Türkiye'deki Kürtlere bağımsızlık verilmesi Kürt sorunu için
bir çözüm müdür?" diye sorulmuş, Kürt vatandaşların %90,1'i bu soruya
"hayır" cevabını vererek bağımsızlık taleplerinin olmadığını
belirtmişlerdir. "Kürtlere federatif hakların verilmesi Kürt sorunu için
kalıcı çözüm sağlar mı?" sorusuna ise Kürt vatandaşlarımız %92,7 oranında
"hayır" cevabını vermişlerdir.134
PKK da bu gerçeği
bildiğinden, halk üzerinde tehdit, saldırganlık ve baskı yoluyla bu hakimiyeti
sağlamaya çalışmaktadır. Dolayısıyla, bir kısım kişilerin ve özellikle PKK'nın
yaygınlaştırmaya çalıştığı Kürt=PKK söylemlerine şiddetli şekilde karşı çıkmak
ve Kürt canlarımızın haklarını sonuna kadar korumak gerekmektedir. Kürt ile PKK
ayrımını çok iyi yapmak ve bu ayrımı açıkça ve ısrarla halk arasında
yaygınlaştırmak elzemdir. Bu bilgi, özellikle Batı toplumlarına ısrarla
iletilmeli, dindar ve mukaddesatlı, efendi ve asil Kürt halkı ile kahpe bir
komünist yapılanma olan PKK'nın ayrımı anlatılmalıdır.
Sevgi Olmadan Çözüm Olmaz
Geçmişin acıları
kuşkusuz ki derin izler bırakmıştır. Fakat bugüne baktığımızda önemli olan
nokta şudur: Geliştirilen sevgisizlik ve güvensizlik ortamının telafisi
mümkündür. Bu telafi ise sadece ve sadece sevgi ve özgürlükler yoluyla
yapılabilir.
Kürtler, imanlı, derin
ve efendi mizaçlı bir millet olduklarından daima asildirler. Nurlu ve dürüst
insanlardır, insana ve dostluğa önem verirler, saygıyı mükemmel bilirler.
Anadolu ahlakının güzelliğini en muhteşem şekilde yaşayan insanlardandırlar.
Dolayısıyla bu güzel ahlaklı insanlar her şartta ve koşulda en mükemmel
davranışı hak etmektedirler.
Bu konuda hükümetimizin
ayrı, halkımızın ise ayrı üzerine düşen görevler vardır. Geçmişin acılarını
telafi etmek adına hükümetimiz de halkımız da Kürtlere özel ve ayrıcalıklı bir
üslup geliştirmelidirler. Geçmişte Kürtlerin görmediği sevgiyi herkesten çok
onlara göstermelidirler. Geçmişin kefaretini bu şekilde ödemelidirler.
Hükümetimizin Üzerine Düşen
Görev:
Bu konudaki önerilere
geçmeden önce, Ak Parti hükümetinin 2002-2015 yılları arasındaki 13 senelik
iktidarı boyunca, Güneydoğu'ya yönelik olarak, daha önceki yıllarda
gerçekleştirilmemiş çok büyük yeniliklere imza attığını belirtmek gerekmektedir.
Bunlar özetle:
• OHAL (Olağanüstü Hal) uygulaması kaldırıldı.
• Vatandaşların çocuklarına Kürtçe isim vermesinin önündeki
engeller kaldırıldı.
• Siyasi partilerin kapatılması zorlaştırıldı.
• Kürtçe yayın yasağı kaldırıldı.
• Kürtçe kursların açılmasına imkan tanındı.
• Farklı dil ve lehçelerde radyo ve televizyon yayınına imkan
sağlandı.
• Farklı dil ve lehçelerde reklam
yapılmasına izin verildi.
• TRT 6 Televizyonu 24 saat Kürtçe yayına başladı.
• 10 Ocak 2015'te TRT 6'nın adı TRT Kurdi olarak değiştirildi.
• Özel televizyon ve radyo kuruluşlarına farklı dillerde 24 saat
yayın imkanı sağlandı.
• Üniversitelerde farklı dillerde ana bilim dalı, enstitü, bölüm
açma, seçmeli ders koyma imkanları sağlandı. Kürt dili ve edebiyatı bölümleri
kuruldu.
• Üniversitelerde Kürdoloji kütüphaneleri kurulmasına izin
verildi.
• Farklı dillerdeki kültürel faaliyetleri destekleme kararı
alındı. Kürtçe filmlere destek verildi.
• Cezaevlerinde tutuklu ve hükümlülerin yakınlarıyla anadillerinde
görüşmeleri sağlandı.
• Çağrı merkezlerinde Türkçe bilmeyen vatandaşlara yönelik hizmet
imkanı sağlandı.
• Önemli bölgelerde Kürt açılımı çalıştayları düzenlendi.
• Yerleşim birimlerine eski Kürtçe isimlerinin iadesi sağlandı.
• Farklı dillerde siyasi propaganda yapılabilmesi sağlandı.
• Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca Kürtçe bazı önemli eserler
yayınlandı.
• Yayla ve meralar yeniden kullanıma açıldı, köye geri dönüşler
başladı.
• Kürtçe, ilk defa TBMM kataloğunda yer aldı.
• Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananlarla ilgili soruşturma komisyonu
kuruldu.
• Kürtçe tiyatro oyunlarının sahnelenmesine izin verildi.
• Kürtçe müzik albümü çıktı.
• Yerel din adamlarının (Mele'lerin) Devlet tarafından istihdamına
imkan sağlandı.
• Sanıklar için anadilde savunma imkanı sağlandı.
• Türk Dil Kurumu Türkçe-Kürtçe sözlük yayınladı.
• Anadolu Ajansı Kürtçe yayın başlattı.
• 8 Mart 2015'te Hükümet GAP Eylem Planı'nı açıkladı. Planda,
tarımdan turizme, eğitimden sağlığa, Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin kalkınması
için 26.7 milyar değerinde toplam 115 proje var.
• Kürtçe dilinde Kuran-ı Kerim basıldı.
• Bölgeye çok sayıda baraj, havaalanı, hastane ve okul yapıldı.
• Tüm yasalarda demokratikleşme ve çözüm süreci konusunda onlarca
düzenleme yapıldı.
Sırf bu maddelere
bakıldığında dahi tarihi gelişmelerin yaşandığı, çok büyük adımların atıldığı
ortadadır.
Mevcut hükümetimiz
geçmiş hükümetlerden oldukça farklı atılımlara imza atarak, Kürt
kardeşlerimizin refahı için önemli gelişmeleri hayata geçirmiş, Kürtlerin
haklarına sahip çıkmıştır. Kuşkusuz bu atılımlar sadece Kürtlere yönelik değil,
ülkemizde yaşayan tüm diğer etnik gruplara, Alevilere ve azınlıklara yönelik de
gerçekleştirilmiştir. Bütün bunlar oldukça sevindirici ve gurur vericidir.
Ayrıca daha fazla demokratikleşmenin de gereğidir. Bütün bu açılımların yanı
sıra, geçmişte çok eksik bırakılmış bir boşluğun da giderilmesi, bunun için
çaba gösterilmesi gerekmektedir. Bu eksiklik sevgidir. Bu sevgi yaklaşımına
-geçmişi telafi etmek adına Aleviler, Rumlar, Ermeniler, Museviler,
Hristiyanlar kısacası geçmişte ihmal edilmiş tüm etnik ve inanç grupları dahil
edilmelidir. Fakat buradaki konumuz Kürtler olduğu için bu konuyu ayrı ele
alacağız.
Güneydoğu'da yolların,
havalimanlarının, köprülerin yapılması elbette önemli gelişmelerdir. Fakat
bundan daha önemlisi Kürt halkımızın kalbini kazanmaktır. Bunun için mutlaka
sevgi politikasını esas alan etkinlikler düzenlenmeli, Kürt kardeşlerimiz
Devlet tarafından hem korunduklarını hem de sevildiklerini hissetmelidirler.
Hükümetimizin, Kürt kardeşlerimizin hak ve özgürlükleri yönünde yukarıda
saydığımız açılımlarından da anlaşılacağı üzere, bu sevgi politikasının acilen
uygulamaya geçirileceğine inancımız tamdır. Fakat tabi ki bu konuda öncelikli
olan PKK terörünün ve teröristlerinin bölgeden kazınmasıdır. Şu an gelinen noktada
bu konuda birtakım tedbirler alınıyor olsa da çok daha kapsamlı ve organize bir
müdahale ile bölgedeki tüm teröristlerin derdest yakalanması ve bir an önce
tutuklanması gerekmektedir. Bu, bölge halkının güvenliği için elzemdir.
Bu konuda şu önemli
husus mutlaka dikkate alınmalıdır: Hali hazırda hükümet tarafından Güneydoğu
illerimize atanan bir kısım valilerin ve Devlet görevlilerinin ekabir,
insanlara tepeden bakan, kibirli, onur kırıcı, alaycı, halden anlamayan ve
sevgisiz tavırlarının olmamasına özen gösterilmeli, böyle kişilere görev
verilmemeli ve böyle bir durumla karşılaşıldığında ilgili kişiler hemen
görevden uzaklaştırılmalıdırlar. Bu bölgelere Devletin sevgi ve şefkatini
sunabilecek, güler yüzlü, saygılı ve sevgi dolu, azimli ve hizmet ehli, görgülü,
kaliteli, karşısındakini küçümsemekten haya eden, güzellikleri övmesini bilen
valilerin atanması gerekmektedir. Hükümetimiz bu bölgelerde, toplumları
birbirlerine kenetleyecek çeşitli etkinlikleri gerçekleştirmeli, onlara eğitim,
sanat ve bilim gibi konularda katkıda bulunmalı, Devletin destek ve sevgisinin
her an yanlarında olduğunu hissettirmelidir.
Kürt bölgeye Kürt vali
anlayışı da terk edilmeli, Kürtleri bir ırk olarak izole etme görünümü ortadan
kalkmalıdır. Kürt valiler yurdun diğer kesimlerine, yurdun diğer kesimlerinden
de valiler Güneydoğu'ya atanarak tek bir vatan üzerinde tek bir millet olarak
kaynaştığımız gösterilmelidir.
Hükümetimizin özgürce ve
etkili şekilde hareket edebilmek için bölgedeki bir kısım Sivil Toplum
Kuruluşları'ndan (STK), yerel dini liderlerden, aşiret önderlerinden, yerel
radyo ve TV'lerden, sevgi üslubu kullanan, komünist ve faşist felsefeye karşı
olup İttihad-ı İslam'ı savunan aydınlardan destek alması güzel olacaktır.
Bu destek ile özellikle
bölgede milli ve manevi birlik, kardeşlik üzerine konferanslar, filmler,
belgeseller yayınlanması önemlidir. Kültürel yozlaşmaya değil; Allah'a,
Kuran'a, iman hakikatlerine, Kuran mucizelerine, bilime, sanata, estetiğe,
kaliteye, kültüre, sevgiye, insanları sevk eden politikalar izlenmelidir.
Bunlar için internet ve medya yoluyla büyük bir seferberlik yapılmalıdır.
Özellikle sosyal medyada
sevgi, barış temelli, modern, kaliteli, ilmi bir vizyonla Büyük Türkiye, İslam
Birliği ideallerini benimsetecek bir seferberlik yapılmalıdır. Bu politika
dahilinde kalitesizliğe, sevgisizliğe, nefrete, bağnazlığa asla izin
verilmemelidir. Hurafelere, bidatlere yol verilmemelidir.
RTÜK'e bağlı tüm
televizyon ve radyolar bu eğitim seferberliğine dahil edilmelidir.
Saddam Kürtlere
zulmettiğinde, Esad katliam yaptığında veya PYD'nin zulmü sırasında Kürtleri
hep Türkiye kollamış ve kurtarmıştır. Her türlü ihtiyaçlar samimice ve
güzellikle karşılanmıştır. Kobanili Kürt kardeşlerimiz ülkemizde en güzel
şekilde kucaklanmıştır. Tüm bu gerçekler tarihi bilgi ve belgelerle ayrıntılı
olarak anlatılmalı, Kürt kardeşlerimize yönelik geçmişteki sevgisiz
yaklaşımların, hedefleri farklı olan Ergenekon terör örgütü ve PKK belalarından
kaynaklandığı ısrarla belirtilmeli, Kürt kardeşlerimizin daima Türk Devletinin
ve milletinin koruması altında olduğu hissettirilmelidir.
Halkımızın Üzerine Düşen Görev:
Türk halkı içinde
kendisini "Beyaz Türk" olarak tanımlayan insanlardan bir kısmının bu
tanımlamanın ardına sığınarak ürkütücü bir ırkçılık politikası sürdüren, bu politika
gereği Türkiye üzerinde sadece Kürtleri değil başka ırkları da istemeyen bir
güruh olduğu bilinmektedir.
Irkçılık, cehaletin de
ötesinde bir ruh hastalığıdır. Dünyadaki herkes Hz. Adem (as)'ın soyundandır,
dolayısıyla herkes eşit yaratılmıştır. Kendisini Darwinizm'in saptırıcı
etkileri veya başka sebeplerle üstün gören anlayış, söz konusu kişinin hem
Darwinizm safsatasına inanacak kadar cahil hem de bundan nefret söylemi
çıkaracak kadar hasta bir zihniyet olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla ırkçılık
yapan bir insanı, normal ve sağlıklı akılda biri olarak tanımlamak ve onu bu
anlamda muhatap almak doğru değildir.
Yüce Rabbimiz Kuran'da
üstünlük ölçüsünün ırk değil, sadece ve sadece takva olduğunu belirtmiştir:
Ey insanlar, gerçekten, Biz
sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi
halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün
(kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır.
Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır. (Hucurat Suresi, 13)
Yine kendilerini bir
şekilde "Beyaz Türk" olarak tanımlayan bu insanlar arasında,
Kürtlerin kültürlerini ve kişiliklerini kendine uygun bulmayan, enaniyet ve
kibirden gözleri ve ruhları körelmiş, maddiyat ve eğitim ile üstünleştiğini
zanneden bir kesim, ülkenin sadece Batı hattından oluşmasını istemekte ve
Güneydoğu'nun ayrılmasında kendilerince sakınca görmemektedirler. Bu kişilerin,
Kürt kardeşlerimizin komünistlerin ellerine düşmesi ve ezilmeleri umurlarında
bile değildir. Bela kendilerine dokunmadığı sürece, bencillikleri içinde
kavrulur ve materyalist dünyalarının içinde sevgisiz bir hayat yaşamaya devam
ederler.
Unutulmamalıdır ki, söz
konusu "Beyaz Türkler"in bir kısmı, bahsettiğimiz enaniyet ve kibir
dolu tavırlarını sadece Kürt kardeşlerimize değil, ülkedeki tüm azınlıklara,
hatta fakirlere, köylü kardeşlerimize, eğitim seviyesi düşük kişilere, daha da
ileri giderek hastalara ve sakatlara dahi gösterebilmektedirler. Bunun kuşkusuz
en temel sebebi, etkisinde kaldıkları materyalist zihniyetin üzerlerinde
bıraktığı müthiş olumsuz ruh hali ve vicdan zafiyetidir. Söz konusu kişiler, ne
yazıktır ki, bu sevgisiz ruh halinin ceremesini asıl olarak kendileri çekmekte,
içlerinde yaşattıkları sevgisizlik asıl olarak kendilerine zarar vermektedir.
Şu da bir gerçektir ki
yukarıda saydığımız bu görüşteki kişiler, ülkemizin çoğunluğunu
oluşturmamaktadırlar. Halkımızın çoğunluğu, Kürtlerin, dürüstlük, efendilik,
doğruluk bakımından çok üstün bir topluluk olduğunun farkındadır. Kürtlerin onuru,
bütün milletimize örnek olacak güzelliktedir ve bu kardeşlerimiz, yüksek
ahlakın en mükemmel tecelli ettiği kişilerdir. Asla yalan söylemez, onurlarına
yakışmayan bir işe girişmez, dürüstlükten taviz vermezler. Yıllarca acı çekmiş
olmak, çileden geçmiş olmak insanı çok güzel eğitir ve acı çeken insanlar hep
nezaketi ve sevgiyi en fazla bilen insanlar olurlar. İşte bu nedenle Kürtlerin
değeri pek çok insandan kat kat fazladır.
Milletimize düşen,
kendini bilmez bir kısım "Beyaz Türklerin" iddialarını ve taleplerini
boşa çıkaracak şekilde Kürtlere sahip çıkmaktır. Gerek gösterilecek sevgi ile,
gerek kardeşliği teşvik eden yazılar ile gerekse de sosyal medyadaki
kampanyalar ile bu sevgisiz azınlığın kötü telkinleri bertaraf edilebilir.
Halkımız, Kürtlerin yıllarca çektikleri acılara ortak olduklarını, PKK'ya ve
zalim derin devletlere karşı birlikte mücadele edeceklerini gösteren bir çaba
içinde olmalıdır.
Kürt kardeşlerimize
düşen ise söz konusu kendini bilmez azınlığın sözlerine ve uygulamalarına
hiçbir şekilde itibar etmemeleridir. Allah mutlaka Hakkı ve doğruyu hakim
kılar. Zalimce düşünenler, Allah Katında ne kadar aciz olduklarını bilmeksizin,
cahilce büyüklük taslamaya kalkanlar, Allah'ın kanununa göre mutlaka yenilgiye
uğrayacaklardır. Dolayısıyla Kürt kardeşlerimize düşen, doğru ve dürüst
davranmaya devam etmeleri ve daima iyilerle birlikte hareket etmeleridir.
Kürtlerin hakkını savunan bu ülkede çok fazla doğru, vicdanlı ve dürüst insan
vardır.
Unutulmamalıdır ki: Her
acı, daha fazla sevgi ve daha fazla özgürlükle telafi edilir. Bizler bu acıları
sevgi ve özgürlüklerle telafi etmeye hazırız. Bunun için de tüm gücümüzü
kullanacağız. Dolayısıyla bundan sonra olması gereken, sevgi insanlarıyla
ittifak içinde yepyeni bir başlangıç yapmaktır. İttihad-ı İslam, ırk ve din ayrımı
olmadan tüm insanları kapsayacak büyük bir ülküdür. Kürt kardeşlerimiz bizimle
bu ülküyü paylaşmalı ve zalimin gücünün olmadığı, haksızlıkların kalmadığı,
adil ve huzurlu bir dönem birlikte inşa edilmelidir.
Rabbimiz bildirmiştir:
...Allah, batılı yok
edip-ortadan kaldırır ve Kendi kelimeleriyle hakkı hak olarak pekiştirir
(gerçekleştirir). Çünkü O, sinelerin özünde olanı bilendir. (Şura Suresi, 24)
8. BÖLÜM
DÜNYANIN KURTULUŞ VAKTİ YAKINDIR
Zorluklarla, belalarla,
savaşlarla, adaletsizliklerle sarsılan dünyanın kurtuluş vakti yakındır. Bunun
için dua etmek; biraz sebat, biraz sabır ve biraz dirayet göstermek ve Yüce
Rabbimiz'in vaadine güvenerek elimizden geleni yapmak gereklidir.
Çözüm yollarını
göstermeden önce yıllarca zorluk altında ezilmiş Kürt kardeşlerimize ve
Ortadoğu'da Büyük Kürdistan hayali kuran bir kısım Batılılara çeşitli
hatırlatmalarımız vardır. Bu hatırlatmalar mutlaka dikkate alınmalıdır.
Batı Dünyasına Bir Hatırlatma
Şu an Ortadoğu planları
adına PKK destekçiliğinin işe yarayacağını düşünen kişilere bir hatırlatmamız
var. Her ne kadar tüm gelişmiş emperyalist ülkelerin desteğini alsanız da, çok
büyük olasılıkla olaylar sizin beklediğiniz şekilde gelişmeyecek, kitabın
önceki sayfalarında detaylı anlattığımız gibi, söz konusu bölge, bir komünist
dünya devletine doğru çıkış kapısı olacaktır. Komünizm şiddet yüzünü kısa süre
içinde gösterecek, tüm dünya komünistlerinden alınan destek ile uzun zamandır
atılması planlanan o ileri adım atılmış olacaktır. Bir bakıma komünizm karşıtı
bir ittifak içinde olan kapitalist dünya, -istemeden de olsakendi elleriyle
komünist bir dünya devleti oluşturmuş olacaktır. Amerika'nın Kore'deki ve
Vietnam'daki mücadelesi, yıllardır sürdürdüğü soğuk savaş, tümüyle boşa gitmiş
olacaktır.
Eğer Türkiye'de PKK,
Suriye'de PYD ve İran'da PJAK yapılanmalarının gerçek mahiyeti anlaşılmaz,
gerçek hedefleri dikkate alınmaz ve bu konuda yapılan tüm uyarılara rağmen
Ortadoğu'nun bu kilit noktasında tehlikeli bir oyun oynanırsa, bu, tüm dünya
için büyük felaketlerin kapısını açacaktır. Komünistlerin hedefi daima dünyaya
açılabilecekleri stratejik ve aynı zamanda son derece kırılgan bir coğrafyada
devlet edinmek olmuştur. Ve emperyalist güçlerin desteğiyle buna adım adım
yaklaşmaktadırlar. Emperyalist güçler, kendilerini de vuracak dehşetli bir
sistemin destekçiliğini yapmamalıdırlar. Günümüzde Ortadoğu'da hayretle izlenen
gelişmeler olmaktadır. Böyle bir plan dahilinde ortaya çıkan bir komünist
devlet de beklenmedik şekilde güçlenip dünyaya dehşet saçma gücüne kısa sürede
sahip olacaktır. İşte böyle bir durumda, Batı'nın "Biz karışmayalım,
Ortadoğu'da ne olursa olsun" diye kenarda bekleme gibi bir lüksü
olmayacak, çünkü –Allah korusun– bela
mutlaka her cepheye ulaşacaktır. Ne Ortadoğu'da ne de Batı coğrafyasında böyle
bir vahşetin yaygınlaşması elbette isteyeceğimiz bir şey değildir. Fakat mevcut
gerçekler dahilinde, karşılaşılması kuvvetle muhtemel olan senaryo budur ve bu
tehlike konusunda gerekli uyarıyı yapmamız elzemdir. Burada amaç karamsar bir bakış
açısı sunmak değil, bu konuda dikkatleri açabilmektir.
Kürt Kardeşlerimize Bir Hatırlatma
Haklı gerekçeleri olsa
bile öfke, insanı doğru ve akılcı düşünmekten alıkoyan, hak olanı uygulamaktan
engelleyen ve en önemlisi de Allah'ın beğenmediği bir tavırdır. Geçmişte
yaşananlar nedeniyle kalbindeki öfkeyi bir türlü atamayan Kürt kardeşlerimiz,
bu gerçeği dosdoğru düşünmeli ve PKK belasının ortadan kalkması ve güçlü bir
millet olarak birlikte var olmak için yeni bir başlangıç yapmalıdırlar.
Kendilerini seven, kendilerine dostluk elini uzatan kardeşleriyle birlikte,
bütün dinlerin ve bütün ırkların birlikte yaşadığı, Kuran'daki gerçek
demokrasinin ve adaletin esas alındığı, bağnazlık ve hurafelerin terk edildiği,
huzur ve refah ortamının hakim olduğu bir birlik için çaba göstermelidirler.
Türkiye'yi ve Kürt kardeşlerimizi İslam coğrafyasından ayırmaya çalışan
terörist PKK belasının bertaraf edilmesi ve Kürtlere hak ettikleri değerin
verilmesi için samimi Müslümanlarla birlikte kültürel ve ideolojik bir mücadele
içinde olmalıdırlar. Bu ideolojik mücadele, Kürt kardeşlerimizin başına bela
olmuş her türlü illegal fikir ve örgütü bertaraf etmek ve bir daha böyle
belalarla karşılaşmamak için elzemdir. Canımız gibi sevdiğimiz Kürt
kardeşlerimizle birlikte yapmamız gereken gerçek İslam'ın muhteşem ruhunun
yaşandığı, toplumların, halkların, ülkelerin ve insanların birlikte huzur
içinde yaşadıkları bir İslam Birliği'nin bir an önce tesis edilmesidir.
İslam Birliği, Ama Nasıl?
Günümüzde İslamofobiyle
iç içe olan Batı toplumları da, uzun zamandır dinden uzak bir çizgiye gelmiş
bir kısım Kürt gençleri de, İslam Birliği ifadesini duyduklarında tedirginliğe
kapılmaktadırlar. İslam adı altında bağnazlık belasının bütün dünyaya hakim
olacağını, demokrasinin ortadan kalkacağını, tüm diğer din mensuplarının veya
ateistlerin katledileceğini, kadınların hayatın her alanında gerek fiziksel
gerekse manevi zulüm göreceklerini, dünyanın kan revan içinde kalacağı bir
savaş ortamının hakim olacağını düşünmektedirler. Oysa bu tarif İslam'ın değil
bağnazlığın tarifidir. Gerçek Müslümanlığın uygulanmasıyla meydana gelecek olan
İslam Birliği; savaşların tümüyle sona erdiği, kadınların üstün tutulduğu, tüm
toplumların ve tüm dinlerin birlikte güven içinde yaşadığı, demokrasinin ve
özgürlüklerin hakim olduğu, ülkelerin kendi sınırlarını korumaları kaydıyla
bütün sınırlarının açıldığı, sadece Müslüman ülkeleri değil Çin, Rusya, İsrail,
ABD, Avrupa ülkeleri gibi dünyadaki tüm ülkeleri kapsayan mükemmel bir birlik
olacaktır. Bu birlik, barışın ve sevincin hakim olacağı, düşmanlıkların son
bulacağı, açlık, korku, kıtlık ve yoksullukların ortadan kalktığı bir birlik
olacaktır. İslam adına gerçekleştirilen katliamlar, bağnazlık, radikalizm ancak
ve ancak gerçek İslam çatısı altında kurulmuş olan bu birlik vesilesiyle
ortadan kalkacaktır. Dünyada radikalizmin sona ermesinin YEGANE yolu budur.
Bütün bu şartlar altında, ABD'nin de değerli, üstün ahlaklı Kürt
kardeşlerimizin de, dünyadaki tüm diğer ülkelerin de gerçek demokrasi arayışı
içinde istemeleri gereken sistem gerçekte budur.
PKK'nın hedefi, daha
önce de belirttiğimiz gibi, Türkiye'nin doğudaki sınırlarına hakim olarak,
Türkiye'nin İslam coğrafyasıyla tamamen arasını ayırmak ve tüm dünyayı büyük
belalardan kurtaracak olan İslam Birliği'nin oluşmasını engellemektir.
Dolayısıyla PKK dünyanın barış ortamına dönüşmesini tüm gücüyle engellemeye
çalışmaktadır. Batı toplumlarının da Kürt kardeşlerimizin de bunun ciddi
şekilde farkında olmaları oldukça önemlidir.
Batı dünyası, eğer
gerçekten dünya barışını hedefliyor ve radikalizm tehlikesinin ortadan
kalkmasını istiyorsa, o zaman tarifini yaptığımız ve Kuran'ın özündeki
demokrasi anlayışını esas alan İslam Birliği'nin destekçisi olmalıdır. Kürt
kardeşlerimiz eğer yıllardır süregelen adaletsizliklerden, ırkçılıktan,
komünist terörden kurtulmak istiyorlarsa, yine Kuran'da Allah'ın bizlere tarif
ettiği adaletin esas alındığı İslam Birliği'ni savunmalıdırlar. Bu birlik,
Allah'ın izniyle mutlaka gerçekleşecek ve dünyaya barış ve huzur mutlaka hakim
olacaktır. Fakat Yüce Rabbimiz, bunun için gayret göstermemizi ve ideolojik bir
mücadele ile her türlü belayı bertaraf etmemizi istemektedir. Bunun için Batı
dünyasının liderleri de, Kürt kardeşlerimiz de sadece Kuran'ı esas alan samimi
Müslümanlarla ittifak etmeli ve gerçek çıkış yolunun bu ittifakla
sağlanabileceğini bilmelidirler.
Hz. Mehdi (as) Müjdesi
Şu bilinmelidir ki,
demokrasi, barış, sevgi ve dostluğu beraberinde getirecek olan gerçek İslam
anlayışı, mutlaka dünyadaki radikalizm ve hurafeleri ortadan kaldıracaktır.
Bunu gerçekleştiren ise Hz. Mehdi (as) olacaktır. Hadis ve rivayetlere, aynı
zamanda Tevrat ve İncil'de geçen hadislerle mutabık açıklamalara göre, içinde
bulunduğumuz dönem Hz. Mehdi (as)'ın zuhur dönemidir. Ahir zamana ait
hadislerde geçen ve tümüyle mucize hükmündeki tüm alametlerin oldukça kısa bir
zaman aralığı içinde gerçekleşmesi, Hz. Mehdi (as)'ın geleceği ahir zamanın
içinde olduğumuzun çok önemli ve net delilidir. Hz. Mehdi (as) devrinde yaşıyor
olduğumuzun tüm delillerini, gerçekleşen tüm alametleri bu kitaptan
okuyabilirsiniz: Harun Yahya, Hz. İsa (a.s.) Ve Hz. Mehdi (a.s.) Bu Yüzyılda
Gelecek, http://www.harunyahya.org/tr/Kitaplar/16450/
Hz. Mehdi (as)'ın
gelişiyle beraber, Peygamber Efendimiz (sav)'in vefatının ardından dünyaya
yayılmış olan tüm bidatler ortadan kalkacak, hurafeler yok edillecek ve
Kuran'ın özünde olduğu gibi tüm dünya tam anlamıyla bir barış ve güvenliğe
kavuşacaktır.
Hz. Mehdi (as) savaştan
kaçınan, barış insanıdır. Hz. Mehdi (as) savaşla değil, sevgiyle, Allah'ı anarak
güzel ahlakı dünyaya hakim kılacaktır. Hz. Mehdi (as) döneminde savaşlar
duracak, insanlar barışa ve sevgiye yönelecek, tek bir kişinin burnu dahi
kanamayacaktır. Bu gerçek çok fazla hadis ile haber verilmiştir:
İnsanlar, bal arılarının beyleri etrafında toplanması
gibi, Hz. Mehdi (as)'ın çevresinde toplanırlar. Daha önce zulümle dolu olan
dünyayı, adaletle doldurur. Adaleti o denli olur ki, UYKUDA OLAN BİR KİMSE DAHİ
UYANDIRILMAZ VE BİR DAMLA KAN BİLE AKITILMAZ. Dünya, adeta asr-ı saadet devrine
geri döner.135
Ona [Hz. Mehdi (as)'a] biat edenler, [Kabe civarındaki]
rukün ve makam arasında biat ederler. UYUYANI UYANDIRMAZ, ASLA KAN DÖKMEZLER.136
Hz. Mehdi (as)'ın zuhur
dönemi aynı zamanda Hz. İsa (as)'ın da nüzulünü göreceğimiz dönemdir. Hz. Mehdi
(as) döneminde tüm silahların susacağı, savaşların sona ereceği; Hz. İsa
(as)'ın gelişi ve Hz. Mehdi (as)'ın
zuhurundan sonra yeryüzüne adalet, barış ve sevginin hakim olacağı hadislerde
şöyle haber verilmiştir:
Savaş [erbabı] da ağırlıklarını [silah ve malzemelerini]
bırakacak.137
Düşmanlık ve kini de kaldıracaktır... Kap su ile
dolduğu gibi yeryüzü barışla dolacaktır. Din birliği de olacak, artık Allah'tan
başkasına tapılmayacaktır. Savaş da ağırlıklarını bırakacak.138
Hiçbir kimse arasında bir düşmanlık kalmayacaktır. Ve
bütün düşmanlıklar, boğuşmalar, hasetleşmeler muhakkak kaybolup gidecektir.139
Hz. Mehdi (as)'ın
gelişi, sadece Müslümanlar, Museviler ve Hristiyanlar için değil, dünyadaki tüm
insanlar için bir müjdedir. Onun gelişi ile yeryüzünde adalet tam anlamıyla
hakim olacak, insanlar aradıkları sevgi, huzur, bolluk ortamına Hz. Mehdi
(as)'ın gelişi ile kavuşacaklardır. Şu an yaşadığımız tüm olaylar,
karşılaştığımız tüm dehşet ve vahşet senaryoları Hz. Mehdi (as)'ın gelişinin
öncesinde gerçekleşmesi zaten beklenen olaylardır. Hatta bu kitabın asıl
konusunu oluşturan PKK'nın böyle bir dönemde ortaya çıkması dahi, hadislerde
bildirilmiştir:
Şam nahiyelerinin biraz ötesinde FIRAT ETRAFINDA büyük
bir ordu toplanır, mal üzerine savaşırlar. HER BİR DOKUZ KİŞİDEN YEDİSİ
ÖLDÜRÜLÜR. Bu, Ramazan ayında işitilen, şiddetli gürültülü yıkılma ve korkudan
sonra ve ÜÇ SANCAĞIN ayrılmasından sonradır. Onlardan her biri mülkü (idareyi)
kendileri için ister, İÇLERİNDE ABDULLAH İSMİNDE BİR KİŞİ VARDIR.140
Hadiste açıkça görülebileceği
gibi Fırat Nehri etrafında, mal üzerine savaşan bir ordu yani PKK toplanmış
durumdadır ve çok büyük can kayıpları mevzu bahis olmaktadır. PKK, tıpkı
hadiste belirtildiği gibi çeşitli ülkelerde çeşitli sancaklara ayrılmış
durumdadır. Hadiste dikkat çeken en önemli ayrıntı ise PKK lideri Abdullah
Öcalan'ın isminin net olarak bildirilmiş olmasıdır.
Hz. Mehdi (as)'ın
zuhuruyla, ne PKK belası, ne de dünyayı şiddet mekanına dönüştüren unsurlar
kalmayacaktır. Dünyanın bu huzur ve refah ortamına kavuşması çok yakındır.
Allah bu süre içinde bizden dua etmemizi ve bela ve kötülüklerle mücadele için
akıl ve kararlılık göstermemizi istemektedir. Hz. Mehdi (as)'ın gelişinin
öncesinde, ilmi bir çalışma yaparak, yanlış ideolojilerin ve hurafelerin
etkisinde kalmış olan toplulukları uyarmamızı ve ortamı Hz. Mehdi (as)'ın
gelişi için hazırlamamızı istemektedir. Kuşkusuz Yüce Rabbimiz bu güzel ortamı
tek bir emri ile oluşturmaya kadirdir. Fakat Hz. Mehdi (as)'ın gelişi öncesi
yaşanan zorluklar ve yapılan ilmi mücadele, dünyanın son zamanındaki altın
çağın güzelliğine varabilmek, Rabbimiz'in cennetine layık olabilmek, fakat
hepsinden önemlisi Rabbimiz'in rızasını kazanabilmek için çok önemlidir.
SONUÇ
Osmanlı tarihe
karışırken, Ulu Önderimiz Atatürk'ün belirlediği Misak-ı Milli sınırlarımıza
çok sayıda devlet göz dikmiştir. Kimi İstanbul'a varmak istemiş ama
Çanakkale'yi geçememiş; kimi Adana, Mersin, Antep, Maraş, Urfa'ya elini uzatmış
ve geri püskürtülmüş; kimi de İzmir'den büyük mağlubiyetle ayrılmıştır. Türk
milleti, en zor zamanlarında bile mücadeleden kaçmamış, vatan topraklarının
bölünmemesi uğruna canını ortaya koymuştur. Nitekim, son 40 yıl boyunca PKK
hainlerinin kirli, sinsi ve hain pusularına kararlılıkla karşı koyan ve bu
uğurda can veren Mehmetçiğimiz bunun en büyük delilidir. Bu ülkede, hainlik
yapan ve tasarlayanların güç bulmalarına izin verilmediyse, o da, Allah'ın
izniyle, Türk askerinin ve polisinin şehadeti göze alan kararlılığındandır.
Türk halkı, vatanımızı
korumak adına, 1. Dünya Savaşı'nın ardından yenilmiş durumda, dört bir yandan
saldırı altında ve tamamen yokluk içindeyken, oldukça az sayıda insan gücü ile
Kurtuluş Savaşı vermesini bilmiştir. Asla gerçekleşmeyecek bir Kürdistan hayali
kuran derin devletlerin belki de hesaba katamadıkları en temel şey, vatan
konusunda daima hassas olmuş olan Türk halkını, Türk askerini ve Türk polisini
hesaba katamamış olmalarıdır.
Hesaba katmalılar; çünkü
ne bir komünist saldırı ile, ne sinsi planlar yoluyla vatanımızı böldürme gibi
bir niyetimiz asla yoktur. PKK'nın Kürtlüğü kullanarak kurguladığı kirli oyunu
ortadan kaldıracak ve yıllardır hakları hem derin devlet hem de PKK tarafından
yenmiş olan Kürt kardeşlerimizle birlikte bölünme planlarını yıkacağız. Kürtler
bizim kardeşimiz, ağabeyimiz, canımız, dostumuz, dürüstlüğümüz, efendiliğimiz,
önemli bir değerimiz, bizim bir parçamızdır. Onları bizden ayırmak isteyen ve
vatan, devlet, bayrak düşmanı kalleşlere yem haline getirmeye çalışan sinsi
güçler, kesin olarak bunda başarılı olamayacaklardır.
Önemli olan kurulan
tuzakların farkına varılması ve bu konuda tedbir alınmasıdır. Ülkemize yönelik
kurulmuş olan tuzak oldukça açıktır ve bu konuda milletçe yapmamız gereken
sorumluluklarımız vardır. Dünya derin devletlerinin karanlık planları Türk
halkı tarafından durdurulmalı ve sevgi, birlik, eğitim ve caydırıcılık yoluyla
PKK'nın ideolojik varlığı yok edilmelidir. Dünyaya barış getirecek ve tüm
dünyayı kucaklayacak bir birlik ruhunun, dini, vatanı, etnik kimliği ne olursa
olsun doğru ve dürüst insanlarla birlikte bir İslam Birliği'nin temelleri
atılmalıdır.
Allah'ın adaleti her an
akılda tutulmalıdır: Allah'ın kanununda imanlı milletlere karşı kurulan her
tuzak kaderde bozulmuş olarak yaratılır. Dolayısıyla karanlık ve sinsi planlar,
ne kadar büyük ve etkili görünürse görünsün, Türk milleti üzerinde etkisizdir.
Bizler kararlı olur, birlik ve bütünlüğümüzü korur ve asıl olarak Allah'a
dayanır ve güvenirsek, ülkemiz üzerinde yer kapma ihtirası içinde olanlara asla
yol açılmayacaktır. Unutulmamalıdır ki, dünyayı ne derin güçler, ne süper
güçler, ne de şiddet yanlıları yönetir; dünyanın ve tüm kainatın tek Hakimi
Yüce Allah'tır.
Hayır, Biz hakkı batılın
üstüne fırlatırız, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki, o,
yok olup gitmiştir. (Allah'a karşı) Nitelendirdiklerinizden dolayı eyvahlar
size. (Enbiya Suresi, 18)
RESİM ALTI
YAZILARI
s.14
İç savaş nedeniyle
harabeye dönmüş olan Suriye sokakları.
ÖNCESİ
SONRASI
s.15
ÖNCESİ
SONRASI
s.19
18. yüzyıla ait bir
katedral ve o dönemin halkı.
s.20
1898 yılındaki 2. Basel
Siyonist Kongresi'nde Theodor Herzl konuşma yapıyor.
s.22
İç savaş dönemi
Amerika'sında Evanjelik kilisesine mensup olan kişilerin sayısı 4 milyon iken,
bugün bu rakamın 70 milyona ulaştığı iddia edilmektedir. Amerika'da ve Hristiyanlığın
yaygın olduğu diğer ülkelerde maneviyatın güçlenmesi bir sevinç vesilesidir.
s.23
Özellikle dinsizliğin
yaygın olduğu şu dönemde Müslümanlar da, Hristiyanlar da, Museviler de daha
dindar olmalıdırlar.
s.33
Sadece Irak değil,
Suriye, Lübnan, Yemen, Libya, hatta Mısır'ın bile bu hale gelmesini tetikleyen
unsur, gerekçesiz başlatılan Irak Savaşı'dır. Ortadoğu hiç yoktan bir kan
denizine dönüştürülmüş, şiddet sürekli tahrik edilmiştir.
MISIR
YEMEN
LÜBNAN
LİBYA
SURİYE
s.35
KARADENİZ
GÜRCİSTAN
ERMENİSTAN
AZERBAYCAN
BAKÜ
ERİVAN
ERZURUM
TÜRKİYE
HAYALİ BÜYÜK KÜRDİSTAN
İRAN
DİYARBAKIR
ŞANLIURFA
SURİYE
MARMARA DENİZİ
LÜBNAN
BEYRUT
ŞAM
ÜRDÜN
IRAK
BAĞDAT
SUUDİ ARABİSTAN
Ortadoğu halkının dramı
rastgele oluşmamıştır. Ortadoğu için yüz yıl önce derin güçler tarafından
tasarlanmış olan harita ve ortam, bugün fiili olarak uygulamaya konmuştur.
s.37
Bir kısım Evanjelikler, Musevi lobisinden
aldıkları desteğe önem verirler. Fakat gerçekte, gelecekte bekledikleri kanlı
savaşta Musevilerin de büyük bir kısmının katledileceğine inanmaktadırlar.
s.38
Elbette tüm
Evanjelikler, Ortadoğu'yu yıkıma sürükleyecek bir savaş ihtirası
taşımamaktadırlar. Bu ihtirası taşımakta olanların, Evanjelik inancı yorumlama
hatası içinde oldukları açıktır. Bu hata, Ortadoğu'da korkunç senaryolara mal
olabilir. Amacımız bu hataya dikkat çekmek ve doğruyu göstermektir.
s.41
Yeryüzünde dinlerin
birlikteliğini, barışı ve kardeşliği imkansız kılan bir savaş beklentisi,
Allah'ın adetullahına ve peygamberlerin gönderiliş amacına tamamen ters
düşmektedir. Dolayısıyla bir kısım Evanjeliklerin korkunç savaş beklentisinde
bir algılama sorunu olduğu anlaşılabilmektedir.
s.42
Bir kısım Evanjeliklerle
Musevilerin, Kutsal Topraklar anlayışı farklılık gösterir. Museviler şimdiki
İsrail topraklarını Tevrat'a uygun bulurken, bir kısım Evanjelikler Türk
topraklarının bir kısmını da içine alan geniş bir harita belirlemişlerdir.
s.44
Özellikle Arap Baharı
sonrasında Ortadoğu'da en fazla
zikredilen kelime "bölünme" olmuştur. Irak ve Suriye, planlara uygun
şekilde parçalara bölünürken, halk halen büyük bir perişanlık içinde
yaşamaktadır. Ortadoğu'nun geri kalanını bölme planları ise halen devam ediyor.
s.47
Elbette Ortadoğu'daki
bölünmüşlüğün asıl sorumlusu kendi aralarında birlik olamayan Müslümanlardır.
Söz konusu Müslümanlar; mezhepler, ırklar, etnik kimlikler bahanesiyle bölünüp
parçalanmış, anlaşmazlığa düşmüş haldedirler. Bunun neticesi olarak Ortadoğu'da
sürekli kardeş kanı dökülmektedir.
s.52
Komünist, Stalinist
bölücü terör örgütü PKK, Irak ve İran sınırındaki Kandil Dağlarında
konuşlanmışlardır. Haince saklanmakta, alçakça pusu kurmaktadırlar.
s.55
20 Ağustos 1987'de
Mardin Dargeçit İlçesi'ne bağlı Bahçe Mezrası'na gelen PKK'lılar Şehmus Arık'ın
evini bastı. Kalaşnikoflarla katliam yapan PKK'lılar 2'si kadın, 3 çocuğu
öldürdü. 4 aylık Hamza kurşunların hedefi olduğunda beşikte uyuyordu.
s.58
PKK hainliğinin
temelinde kahpece pusular kurup gerilla yöntemleri uygulamak vardır. PKK'nın
kuruluş manifestosundan bugüne kadar uyguladığı yöntem daima komünist gerilla
yöntemi olmuştur.
s.60
Öcalan, PKK'nın
Marksist, Leninist bir yapılanma olduğunu kendi sözleriyle dile getirmektedir.
PKK'nın bu ideolojisinde günümüzde de bir değişiklik yoktur.
s.63
PKK'nın kullandığı ilk
bayrak, üzerinde orak çekiç sembolleri taşıyan kızıl komünist bayraktır. Bugün
takılan emperyalist maske nedeniyle bayrak ve söylemler değiştirilmiştir. Fakat
gerçekte zihniyet aynıdır.
s.64
Bölücü terör örgütünün komünist bir
yapılanma olduğunu anlayabilmek için PKK'nın resmi sitesindeki PKK parti
programında geçen Darwinist ve komünist ifadelere de dikkat vermek gerekir:
Toplumsallık insan türünün var olma biçimidir. İnsan
türünün hayvansı atalarından kopup insanlaşması ile toplumsallaşma düzeyi at
başı gider. Toplumsal yaşam dışında yalnız birey yaşamı yoktur.
Toplumsal değişim ve gelişmede de, evrensel sistemin
dili olan diyalektik ikilemlerin sürekli zenginleşerek veya yoksunlaşarak akışı
işler.
Kaynak:
http://www.pkkonline.com/tr/index.php?sys=article&artID=200
s.65
PKK terör örgütünün
lideri Abdullah Öcalan, 90’lı yıllara kadar Leninist, komünist görüşü açıkça
savunmuştur. Nitekim 90’ların öncesinde gerçekleştirilen parti kongrelerinde
kızıl komünist bayraklar, Lenin, Marks ve Engels'in posterleri dikkat
çekmektedir. 90’lı yılların sonralarında emperyalizme dönüş şeklinde yapılan
kimlik değişimi ise tümüyle göz boyayıcıdır. ABD'nin gözüne girmek için yapılan
bu değişiklik, sadece bir devlet kurana kadar ABD'nin desteğini almak içindir.
ABD'nin yardımıyla kurulacak devlet ise tüm dünyaya hakim olmayı amaçlayan bir
komünist devlet olacaktır. ABD ise komünist bir devlet hedefine destek
verdiğinin farkında dahi değildir.
s.67
PKK'nın bugün kullandığı
emperyalist maske, ne acıdır ki hem Batı'yı hem de ülkemizde pek çok kesimi
aldatmış gözükmektedir. Oysa PKK, ideolojisinden ve hedefinden hiçbir şey
yitirmemiştir. Hala Türkiye'den toprak alma, sömürgeci olarak gördüğü Türk
devletini tümüyle yıkma ve bu topraklar üzerinde komünist bir devlet kurma
azmindedir. Nitekim PKK, fırsatını bulduğu ilk anda haince saldırılara geri
dönmüş, komünist ideolojinin gereği olarak kanlı terör eylemlerini başlatmış,
"barış güvercini" imajını hemen değiştirerek gerçek yüzünü
göstermiştir. Batı'nın çok geç olmadan bu oyunun boyutlarını görmesi, PKK'nın sadece Türkiye ve Ortadoğu'da değil
tüm dünyada nasıl bir kabusa yol açabileceğini hemen anlaması gerekmektedir.
s.68
PKK, emperyalist bir görünüm altına girmiş
olsa da, kamplarda, mağaralarda gençlere ilk verilen eğitim hala Darwinist,
Marksist, Leninist eğitimdir. Kullanılan yöntem, her fırsatta Marksist
propagandaya dayanmaktadır. Fakat ülkemizde, PKK'nın ideolojisine yönelik bir
çalışma yapılmamakta, sahte Darwinist ve Marksist ideolojiye bilimsel cevap
verebilecek bir genç nesil yetiştirilememektedir. Çünkü tüm dünyada olduğu gibi
Türk okullarında da Darwinist eğitim verilmekte, PKK'nın temel ideolojisi
eğitim müfredatlarımızda adeta gerçekmiş gibi yer almaktadır. Durum böyleyken
PKK'yı temelinden çökertecek en önemli unsur olan eğitim seferberliğinin
gerçekleşmesi mümkün olamamaktadır. PKK ideoloji yoluyla güçlenirken, bunu
durduracak bir çalışma yapılmamaktadır.
s.69
PKK militanları, örgüte
girdiklerinde ilk iş olarak felsefi ve ideolojik eğitim alırlar. PKK'nın temeli
bu ideolojik eğitimdir. Bu eğitimi aldıktan sonra insanı bir hayvan türü olarak
gören, varlığının bir amacı olmadığına ve yaşamak için öldürmek gerektiğine
inanan ve çatışmayı şart gören nesiller yetişmeye başlar. Bunu yaparken PKK
militanları, sadece ideolojileri uğruna var olduklarına inanarak bu uğurda her
şeyi yapmaya hazır olurlar. Terörü durdurmak için yegane çözüm, Marksizm'in
temeli olan Darwinizm'in bir sahtekarlık olduğunun gösterilmesidir. Sahte bir
dine bağlı olduğunu görünce bir terörist, tüm inancını, tüm şevkini ve tüm
sahte hedefini kaybetmiş olur.
s.71
Yanda, Güney Afrika
Komünist Partisi'nin, komünist bölücü terör örgütü lideri Abdullah Öcalan'a
vermiş olduğu ödül görülüyor. Komünist Parti lideri Blade Nzimande, söz konusu
ödülü verirken Öcalan'ı emperyalizm ve sömürgeciliğe karşı verdiği terörist
mücadeleden dolayı övmüş ve onu "komünist ve sosyalist hareketin
ışığı" olarak tanımlamıştır.
Buradan da anlaşıldığı
gibi komünist hareket, dünyanın her tarafındaki komünistler tarafından destek
bulur. Ülkemizin güneydoğusundaki hareket de bir komünist hareket olduğu ve
komünizmin gereği olarak terörü en azgın biçimiyle uyguladığı için sürekli
olarak komünist ülkelerden ve çeşitli komünist birimlerden destek görmektedir
ve görecektir. Ta ki, komünist dünya devleti hayaline ulaşana kadar.
s.73
Marksizm ve Leninizm'in
temel yöntemi şiddettir. Komünist devletler, komünist uygulamalar, bu amaçla
hazırlanmış poster ve tanıtımlar hep şiddete işaret etmektedir. PKK da, Türkiye
ve Ortadoğu'daki tüm hedeflerine şiddet yoluyla ulaşma azmindedir.
s.74
Komünist zihniyet,
emperyalist güçlerin tümüne karşı koyma isteği nedeniyle, Amerika ve Amerika
destekçisi Batı'nın tüm uygulamalarına, hatta varlıklarına bile karşı çıkar.
Komünist posterlerde ABD bayrağının hedefte olması bu idealin temsilidir.
s.76
PKK'nın temel hedefi,
Türkiye topraklarında bir komünist devlet kurarak politik ve askeri güç
kazanmak, bölgedeki Kürt halkını şiddet yoluyla baskı altına alarak bir
prolaterya diktatörlüğü inşa etmektir. Bu, bizim iddiamız değil, PKK'nın
kuruluş manifestosunda geçen nihai hedeftir.
s.77
TÜRKİYE
ERMENİSTAN
AZERBAYCAN
İRAN
SURİYE
IRAK
s.81
1991 Körfez Savaşı'nın hemen sonrasında
İncirlik Üssü'nde konuşlandırılmış Çekiç Güç. Resimde görevli yabancı askerler görülebiliyor.
Küçük resim, üssün tepeden görünüşü.
s.82
PKK, Rus-Çin
destekçisiyken bir anda ABD destekçisi olmuş; sahtekarca emperyalist görünüme
bürünmüştür.
s.84
Çekiç Güç uygulamasının
hemen ardından PKK güçlenmiş ve silahlanmış olarak Türkiye toprakları üzerinde
terör eylemlerine geri dönmüştür. 36. paralelin kuzeyinde 20 PKK kampı bir anda
belirmiş ve göstermelik taktik değişimleri nedeniyle ABD ve koalisyondan destek
almışlardır.
s.86
Kürtler onurumuzdur, gururumuzdur; onlar
efendilik, dürüstlük, sevgi ve saygının sembolüdürler. Komünist hainlerin, Kürt
kardeşlerimizi bizden ayırmaya güçleri yetmeyecektir.
s.89
Türkiye'de bir dönem
yaşanmış olan ve kimliklerine, dinlerine, inançlarına göre insanlarımızın
ezildiği kirli ve puslu dönem artık bitmiştir. Geçmişte yaşanan sıkıntıların
elbette farkındayız ancak artık tüm insanlarımızın bir arada özgürlük,
demokrasi ve mutluluk içinde yaşama vaktidir. Buna engel olmaya kalkan hiçbir
güç başarılı olamayacaktır.
s.90
Lenin ve Stalin,
dünyanın eli en kanlı komünist liderleridir. Küçük resimlerde bu diktatörler
tarafından katledilen halk görülüyor.
Öcalan da, "bu
yüzyılın Lenin'iyim" derken bu katliamların izinden gideceğini
belirtmektedir.
s.91
"Biz dine karşı propaganda yapıyoruz
ve yapmaya devam edeceğiz" diyen Stalin, Batı'da güçlenen faşizme karşı
taktik olarak bir dönem kiliseleri desteklemiştir. Oysa komünist uygulamaların
başında ibadet yerlerinin tümüyle yakılıp yıkılması vardır.
Sol yanda: Bolşevik militanlar Gorky
kentindeki Georgievsky Kilisesi'ni yıkarlarken.
s.92
Gorky kentindeki Giorgievsky Kilisesi'nin
Bolşevikler tarafından yerle bir edilmiş hali.
Altta sağda, Rusya'da ambar olarak
kullanılan bir kilise.
s.95
Komünist taktiklerin en başlıcası gerçekte
komünizmin tümüyle karşı olduğu aile propagandasıdır. Komünist posterlerde
gülen yüzler eşliğinde yapılan bu propaganda sadece komünist devleti
güçlendirmek ve sonrasında aile kurumunu tümüyle yıkmak içindir.
s.99
Geçmişte Öcalan
tarafından "yozlaşma unsuru" olarak değerlendirilen kadınlar, bir
anda emperyalist maskenin gerektirdiği biçimde propaganda malzemesi olarak
kullanılır olmuşlardır. Oysa örgüt, sürekli ezilen kadınlar için gerçek anlamda
bir tuzaktır.
s.100
Terör örgütüne
kadınların alınmasındaki temel amaç, yok olma tehlikesi içine giren PKK'da,
erkek teröristleri teşvik amacıyla kadınların birer militan olarak
kullanılmasıdır. Sırf erkekleri teşvik amacıyla intihar saldırılarında kadınlar
kullanılmıştır.
s.102
Öcalan, gerçekte "erkeği yozlaştıran
bir unsur" olarak tarif ettiği kadınları, örgütte ihtiyaç başgösterince
"özgürleşen kadın, özgürleşen Kürdistan'dır" sloganıyla kazanmaya
çalışmıştır. Bu yönde güçlü bir propaganda yapılınca, feodal sistemden
kurtulmaya çalışan pek çok kadın buna inanmış fakat çoğu örgütteki gerçeklerle
yüzleştiklerinde pişman olmuşlardır.
s.105
Türkiye'nin özellikle
güneydoğusunda kız çocuklarını okula göndermeme, çocuk yaşta evlendirme ve töre
cinayeti gibi unsurların var olması, PKK tarafından daima bir koz olarak
kullanılmış ve dağa çıkan kadınların "özgürleşeceği" propagandası
yaygınlaştırılmıştır. Dağdaki pek çok genç kadın, şu anda ya nasıl bir batağa
gireceklerini bilemeden sırf feodal sistemden kurtulmak amacıyla ya da
kaçırılarak örgütün eline düşmüşlerdir. PKK, Güneydoğu'da çocuklarımızı kaçırmaya
halen devam etmektedir.
s.107
Kadın tam anlamıyla özgür olmalı, dilediği
gibi giyinip dilediği şekilde bakımlı olmalıdır. Gerçek İslam'ı, yani
hurafelerden arınmış şekilde Kuran ahlakını savunan, kadın özgürlüğünü de
savunur. Türkiye bu konuda öncü olmalı, PKK gibi Batı'ya yaranmayı amaçlayan
kalleş terör örgütüne meydanı boş bırakmamalıdır.
s.110
Komünistlerin "kadınları esaretten
kurtarma" propagandasına hizmet için hazırlanmış bir afiş.
s.111
PKK, kadınları esaretten kurtarma
propagandası yapmaktadır. Oysa komünizm, kadınları değersiz bir orta malı
olarak gören, ideolojisi gereği kadını aşağılayan bir fikir sistemidir.
Dolayısıyla komünist bir sistemin kadını yüceltmesi imkansızdır.
s.117
Marks'ın din ve aileyi
yok sayan, şiddete dayanan komünizm fikrini Lenin vahşi uygulamalarla hayata
geçirmiştir.
s.118
Güneydoğu insanımız manevi değerlerini en
üst seviyede yaşayan sevgi insanlarıdır.
İslam'ın dışında bir yaşam şeklini benimsemeleri, Marksizm'in soğuk,
sevgisiz ruhunu yaşamaları asla mümkün değildir.
s.119
BU BAHÇEDEN HER TÜRLÜ MEYVE YEMEK HELALDİR
s.120
Kürtlerin dinlerinden
vazgeçmeyeceği, Marksist, Leninist bir anlayışı asla benimsemeyeceği gerçeği,
PKK'yı taktik değiştirmeye zorlamıştır. Her türlü dini kesin dille reddeden
PKK, emperyalizm maskesinin gereği olarak dine karşı üslubunu yumuşatmıştır.
Fakat temelde PKK'nın dinleri yok etme hedefi devam etmektedir.
s.125
Komünistlerin yıkmaya
çalıştığı din, aile ve maneviyat, Güneydoğu halkı için vazgeçilemeyecek
değerlerdir.
s.126
evrim
s.127
Sağ üstte: 50 milyon
yıldır amber içinde en ince detaylarına kadar korunmuş bir yaban arısı.
Sol üstte: Günümüzde
yaşayan ve fosil içindeki 50 milyon
yıllık örneğinden hiçbir farkı olmayan yaban arısı.
s.128
Gençlerimiz, devletin
okullarında evrimi zorunlu ders olarak okumakta ve edindikleri bu sahte
altyapının etkisiyle ileriki vadede komünizm ve faşizm gibi Darwinizm kaynaklı
ideolojilerin kolayca etkisi altında kalabilmektedirler.
s.132
Dünyada neredeyse tüm toplumlar içinde
vahşet, kavga ve çatışma artık alıştığımız manzaralar haline geldi. Bunun temel
sebebi, kavga ve çatışma felsefesinin altyapısının, yani Darwinizm safsatasının
tüm dünya okullarında adeta bir gerçekmiş gibi okutulmasıdır.
s.144
Öcalan'ın temel hedefi, 50 bin kişilik bir
ordu kurup, Maoist bir halk savaşı ile Güneydoğu bölgemizi ele geçirmektir.
Emperyalist maske aldatıcıdır, bu hedefte bir değişiklik yoktur.
s.149
Bu vatan hepimizin, vatanın bölünmesine
asla iznimiz yoktur. Kardeşçe yaşamak
bize yakışır.
Solda: Batman'dan muhteşem bir manzara.
s.150
Ay-yıldızlı bayrağımızı bu yurdun herhangi
bir yerinde indirmeye kalkan hain güçler, bu milletin direnci ile mutlaka
karşılaşırlar. Ülkemizin kaderinde bölünmek yoktur.
Sağda: Diyarbakır'dan bir manzara
s.155
PKK'nın hedefi, Komünist
Kürdistan ve ardından komünist dünya devleti hedefine ulaşmaktır. PKK, bu
hedefi gerçekleştirmek için güçlü bir müttefike ihtiyaç duyduğundan ABD'nin
himayesine sığınmıştır. ABD'ye karşı sadece rol yapmakta, komünist kimliğini
gizleyerek komünist hakimiyete doğru adım adım ilerlemektedir. ABD ise, nasıl
bir bela inşa etmekte olduğunun farkında dahi değildir.
s.157
Batı'nın Kobani
hasassiyeti oldukça dikkat çekici olmuştur. Koalisyon sadece bu bölgeye
yoğunlaşırken, Batı ülkeleri içinde de güçlü bir propaganda
yaygınlaştırılmıştır. Bunun tek sebebi, Batı'nın asıl hassasiyet alanının
Ortadoğu'dan çok Kürt bölgesi oluşudur.
s.159
Suriye ve Irak'ın büyük
şehirleri işgal edilmişken tepki vermeyen Batı, YPG idaresindeki küçük bir
kasaba olan Kobani işgalinde, gerek koalisyon güçleri gerek basınıyla hemen
harekete geçmiştir. Kobani halkı elbette korunmalıdır ve Türkiye bu görevi tek
başına üstlenmiştir. Ayrıca koalisyon güçlerinin saldırıları hiçbir yerde
tasvip edeceğimiz bir şey değildir. Burada eleştiri noktamız Batı'nın
hassasiyet alanlarıdır.
s.160
Kobani işgali sırasında Türkiye'ye yönelik
eleştiriler son derece samimiyetsizdir. İşgalden sonra duyarlılık gösteren tek
ülke Türkiye olmuş, tek bir gün içinde iki yüz binden fazla Kürt kardeşimizi konuk etmiştir. Bu kardeşlerimizin büyük
çoğunluğu hala özel inşa edilen kamplarda Türk hükümetinin himayesi
altındadırlar.
s.163
Tüm Ortadoğu kan
ağlarken, Batı'nın beklenmedik bir yoğunlukta Kobani propagandası yapmasının
hatta yan sayfada görülen afişlerdeki gibi "Dünya Kobani Günü" ilan
edilmesinin tek sebebi, bu kasabanın, Batı'nın hayalini kurduğu Büyük Kürdistan
sınırları içinde olmasıdır.
s.167
Hadislere göre Doğu'dan
çıkacak olan siyah bayraklıların saçları ve sakalları uzun olacak, Irak ve Suriye'de
şiddet eylemleri gerçekleştireceklerdir. Siyah bayraklılar sonunda Hz. Mehdi
(as)'a tabi olacaklardır.
s.168
Resimde, PYD'nin silahlı
kolu olan YPG militanları görülüyor.
s.169
PYD Eş Başkanları Salih
Müslim ve Asya Abdullah Öcalan posterleriyle görülüyor.
s.170
PYD/YPG'yi PKK'dan
bağımsız göstermeye çalışanlar ya bilgisizdirler ya da gerçeği görmezden
gelmektedirler. YPG toplantıları Öcalan posterleri eşliğinde
gerçekleştirilmekte, YPG militanları ceplerinde ve evlerinde Öcalan'ın resmini
bulundurmakta, Öcalan'ın kitaplarını okumaktadırlar.
s.172
Tankın üstünde PKK ve
YPG militanları yanyana poz veriyor.
s.175
PKK ve PYD aynı silahlı
terör örgütüdür. Biri Türkiye'de diğeri ise Suriye'de yıllarca özellikle
Kürtlere baskı uygulamış ve komünist düzeni inşa etmeye çalışmışlardır.
s.176
Suriye'nin Kürt bölgesi
olan Rojava'daki YPG militanları, İnsan Hakları İzleme Örgütü'nün raporunda da
belgelediği şekilde kendi halklarına insanlık dışı uygulamalarda
bulunmaktadırlar.
s.177
Suriye'de Kürt halkı, Esad'ın
saldırılarından çok önce, PYD baskısından kaçarak Türkiye'ye sığınmışlardır.
s.179
İnsan Hakları İzleme
Örgütü'nün raporuna göre, Rojava'da çocuklar, ellerine silah verilip militan
olarak kullanılmaktadırlar. Çocukları zorla silah altına alma politikası halen
devam ettiğinden, bölgedeki Kürt kardeşlerimiz sürekli olarak PYD zulmünden
kaçıp Türkiye'ye sığınmaktadırlar.
Soldaki çocuk militanın
üzerinde YPG'nin Kadın Savunma Birlikleri'ni temsil eden YPJ'nin arması
görülebilmektedir.
s.181
YPG konusunda dışarıdan
yapılan spekülasyonlara kanmayıp Kobani'de YPG zulmünü yakından gözlemleyen
Batılı gazeteciler, işgaller sırasında sınıra konuşlanmış Türk tanklarının
varlığını oldukça haklı görmüşlerdir.
s.182
Türkiye, kendisine
sığınan herkese büyük bir onur ile sahip çıktığı gibi, Kobani işgali sonrasında
Türkiye'ye sığınan Kürt halkına da aynı sevgi ve onur ile sahip çıkmıştır.
Sınırımıza gelen Kürtler de büyük bir sevgiyle Türk askerine sarılmış, güvenli
topraklara gelmenin mutluluğunu yaşamışlardır. Suriyeli Kürtler, onlara her
daim sahip çıkacağımızı bilmelidirler.
s.184
Kobani'den kaçarak
ülkemize sığınmak zorunda kalan Kürt kardeşlerimiz için Suruç'ta dünyanın en
büyük mülteci kamplarından biri çok kısa bir zaman içinde kurulmuş, kardeşlerimizin
rahat edecekleri her türlü imkan düşünülmüştür.
s.187
Türkiye'ye yönelik
baskılar hem içten hem de dışarıdan gözle görülür boyutlara ulaşmıştır. Fakat
bu güzel vatanı ve Kürt kardeşlerimizi komünist teröre teslim etmemiz
imkansızdır. Bu kirli planı kuranlar, bu sevdadan vazgeçmelidirler.
s.188
Türk milleti için vatan
en hassas konulardan biridir. Bu konuda tereddüte düşenler Türk tarihine
bakabilirler. Dolayısıyla Türkiye için, toprağından ve kimliğinden taviz
verdiği bir çözüm asla söz konusu olmayacaktır. Bir kısım Batılı derin güçlerin
bu yöndeki beklentisi boşunadır.
s.192
PKK, tarihi boyunca asıl
olarak Kürt kardeşlerimizi hedeflemiş, kadın, çocuk, bebek demeden katliam
yapmıştır. PKK'nın ilk fırsatını bulduğunda yine bu hain saldırılara kaldığı
yerden devam etmesi de terörden vazgeçmeyeceğinin göstergesidir. Kalleş terör
örgütünü bugün masum göstermeye çalışanlar mazlumları hedef alan korkunç teröre
hizmet ettiklerinin farkında değildirler.
s.194
Öcalan'a ve PKK katillerine af asla mevzu
bahis olamaz. "Katiller çok insan katledince onlardan çekiniliyor ve
affediliyorlar" mantığı toplumda yer ettiği takdirde terörün daha rahat
zemin bulacağı aşikardır.
s.196
Kimse Öcalan'ın ve katil
PKK'lıların salıverilmesi gibi bir öneri ile Türk milletinin karşısına
çıkmamalıdır. Batılı derin devletlere ve Türkiye'de onların destekçiliğini
yapanlara yol yakınken bu tehlikeli fikirden vazgeçmeleri önerimizdir.
s.197
Türk milleti, onursuz ve
şerefsiz olarak yaşayamaz. Bunun yerine mücadele etmeyi ve bu uğurda Allah
rızası için can vermeyi göze alır. Ülkeyi bölme girişimi içindekiler; Türk
askerinin, polisinin, özel kuvvetlerin ve Türk halkının buna nasıl karşılık
vereceğini görmek zorunda kalabilirler.
s.201
Fransa'da geleneksel olarak her sene
yapılan Komünist Partisi'nin Fete de l'humanite (İnsanlık Bayramı) etkinliğinde
elinde Abdullah Öcalan'ın posteri ile görüntülenen Fransız komedyen Djamel
Debbouze, Türk derneklerinden özür diledi. Algı operasyonlarının etkisiyle,
istenildiğinde, terör ve teröristlerin adeta bir kahraman edasıyla sunulmaları
günümüzün en büyük sorunlarından biridir.
s.203
Serap Eser isimli
yavrumuzun PKK katilleri tarafından bir belediye otobüsünde yakılarak
öldürülmesi şehirlerde gerçekleştirilen hain terör eylemlerinden sadece biridir.
Bir kısım Batı medyasının "barış güvercinleri" edasıyla tanıtmaya
çalıştığı PKK, terör için daima fırsat kollamış ve terör zihniyetinden asla
vazgeçmemiştir. Batı medyası yavru ayı ile terörist propagandası yaparken, PKK
şu an halen Türk toprakları içinde hain pusularına devam etmektedir.
s.204
Time, Elle, Der Spiegel, BBC, Newsweek,
Marie Claire gibi dünyaca tanınmış gazete ve dergiler, 40 yıldır silahını Türk
askerine ve polisine, hatta Kürtlere yöneltmiş olan hain PKK'yı Ortadoğu'nun
umudu gibi göstermeye çalışmaktadırlar. PKK, söz konusu eylemlerini eğer
Avrupa'da yapıyor olsaydı bu yayın organlarının başlıkları kuşkusuz şimdikinden
daha farklı olurdu.
s.221
Güneydoğu'da neredeyse
hiçbir parti kendi bayraklarıyla miting yapamamaktadır. PKK'nın kurduğu korku
imparatorluğunun etkisiyle mitinglere Güneydoğu halkı Türk bayraklarıyla
gelememekte, bölgede hakimiyet kurmuş olan PKK tarafından adeta kendi
bayrağımız yasaklanmaktadır.
s.222
Gezi olayları sırasında çevreci gençlerin
demokratik protestolarından komünist gruplar da faydalanmıştı. 30 Mart 2014
yerel seçimleri, Gezi olaylarının ardından adeta bir güven oylaması gibiydi.
Fakat bu seçimlerin en vahim sonucu, tüm Güneydoğu'nun BDP'ye terk edilmesi
oldu.
s.224
PKK'nın şehirleri ele
geçirme amaçlı sinsi faaliyetleri, PKK'yı legalleştirme çalışmaları ile devam
etmiştir. Ateşkes döneminde Türk toprakları üzerinde Mahsum Korkmaz'ın
heykelinin dikilmesi, belediye arabalarının üzerine PKK'lıların resimlerinin
asılması tehdidin büyüklüğünü ta o zamandan göstermiştir.
s.225
2014 yerel seçimlerinde
Güneydoğu illerinin BDP'ye teslim edilmesinin ardından 2015 genel seçimleri
daha vahim sonuçlar vermiştir. Kuzeydoğu Anadolu'ya kadar ulaşan geniş bir
bölgede HDP adeta hakimiyet ilan etmiştir.
s.227
Silahların gölgesinde
yapılan antidemokratik seçimin ardından çatışmaların başlaması ve çeşitli
Belediye Başkanlarının "özerklik" ya da "öz yönetim" ilan
ettik diye ortaya çıkmaları sürpriz olmamıştır. Amaç zaten başından beri kaleyi
içten fethetmektir.
KARAYILAN İSTEDİ
PKK CİZRE’DE ÖZERKLİK
İLAN ETTİ
BDP’li Gültan Kışanak:
‘DİYARBAKIR PETROLÜNDEN
PAY İSTİYORUZ’
s.229
KCK tek lider olarak
Öcalan'ı kabul eden bir yapıdır. KCK yürütme konseyinin tüm açıklamaları da
Öcalan posterleri önünde gerçekleştirilmektedir.
s.237
Komünist
diktatörler, kitlelerin itaatini kolaylaştırmak için putlaştırılmışlardır.
Lider kimi zaman parlayan bir güneş gibi canlandırılmış veya dev heykellerle
tasvir edilmiştir. Kim Il Sung'un heykelinin önünde eğilen kitleler, bu
propagandanın günümüzde de ne kadar etkili olduğunu göstermektedir. (Altta
sağda)
s.239
Öcalan da
tıpkı tarihteki komünist diktatörler gibi kendisini -Haşailah gibi gösterme
çabasında olmuştur. Kitleler üzerinde bu yolla etki sağlamaya çalışmıştır.
s.241
Öcalan'ın kendisini -Haşailah ya da
peygamber gibi gösterme çabası bir kısım PKK militanları arasında da kabul
görmüştür. Lideri ilahlaştıran böyle bir sistem, kolay bir itaati de
sağlamıştır. Sistemi sorgulayanların ise zaten örgüt içinde yaşama hakkı
yoktur.
s.243
Marks, komünizm fikrini sahte evrim
teorisinden esinlenerek geliştirmiş, canlılar arasında diyalektik bir gelişim
olduğu iddiasından yola çıkarak tarihin de bu diyalektik çerçevesinde
geliştiğini iddia etmiştir. Oysa ne canlılar ne de tarih diyalektik içinde
gelişmiştir. Evrim, tümüyle bir safsatadır.
SAHTE
s.244
Vahşi kapitalizm elbette
beraberinde felaket getiren kirli materyalist bir sistemdir. Fakat bunun
çözümü, ondan daha korkunç bir şiddet ideolojisi olan komünizm değil, sadece ve
sadece Kuran'a dayanan İslam ahlakıdır.
s.246
Komünizmin ön şart olarak sunduğu komünal
toplumda, toplumun liderlerinin dışında kalanların tümü "güdülmesi gereken koyun" olarak
değerlendirilirler.
s.249
Komünal yaşamda aile diye bir mefhum
yoktur. Din, ahlak, devlet ve aile kavramlarının terk edildiği bu sistem,
şiddet ve ahlaki dejenerasyonun asıl kaynağıdır.
s.250
KCK, Güneydoğu'yu sinsi yöntemlerle ele
geçirmeyi ve bölgede komünist-Leninist felsefeye uygun bir korku imparatorluğu
kurmayı hedeflemektedir. Çözüm süreci adı verilen ateşkes döneminde bunu büyük
ölçüde hayata geçirmiştir.
s.252
İNTİKAM
YDG-H
s.253
PKK militanları, KCK'nın
alan hakimiyeti sayesinde ülkemizin sokaklarında terör estirmektedir. Altta:
PKK'lılar tarafından ateşe verilmiş Cizre sokakları
s.255
KCK'nın alan hakimiyeti sayesinde Türkiye
sokaklarında, rahatlıkla silahlarla dolaşabilen maskeli YDG-H'liler.
s.257
PKK daima
Kürt milliyetçiliğini kullanmış ve bir kısım halkı bu yolla aldatabileceğine
inanmıştır. Oysa Kürtlük efendiliği, PKK ise kalleşliği temsil eder.
YAŞASIN DEMOKRATİK ÖZERK KÜRDİSTAN
s.259
Türkiye şehirlerinde yol
kesen YDG-H militanları. Bu pervasızlık, sözde ateşkes döneminde zemin bulmuş
ve şu an PKK, şehirlerin içlerinde hain pusular kuracak raddeye gelmiştir.
s.261
PKK'lı militanlar artık sokaklara inmiş
durumdadırlar. Güneydoğu halkımız çok uzun zamandır PKK teröristlerinin baskısı
altında yaşamaktadır.
s.263
YDG-H militanları, ateşkes dönemi boyunca
daha fazla silahlandıklarını ve örgütlendiklerini itiraf etmişlerdir. Ateşkes,
PKK için daima daha fazla silahlanıp organize olmak için fırsat olmuştur.
s.265
Sokaklarda
roketatarlarla gezme pervasızlığını gösteren PKK'lı teröristler, halk üzerinde
korku imparatorluğu kurma ve Türkiye sokaklarını ele geçirdiklerini gösterme
azminde olmuşlardır.
s.269
PKK, hiçbir zaman silah
bırakmadı ve ideolojisi çökertilmedikçe de bırakmayacaktır. Tarihte komünist
diktalar hakimiyetlerini daima silah ile elde etmişlerdir. PKK'nın da şehirlere
inebilmesinin, Avrupa tarafından muhatap kabul edilmesinin tek nedeni elindeki
silahtır.
s.275
PKK, her
ateşkes döneminde daha fazla silahlanmış, daha güçlenmiştir. Silah bırakma
söylemleri PKK için, metruk silahları elden çıkarıp modern silahlarla kuşanma
anlamına gelmektedir. Şiddeti esas alan komünist terörizmin silahı terk etmesi
mümkün değildir.
s.277
Leninist bir terör örgütünün ideolojisine
karşı bilimsel bir çalışma yapılmadıkça, o örgütün silah bırakacağını ummak
sadece oyuna gelmektir.
s.279
PKK’NIN İÇ İNFAZ ÖRNEKLERİ
PKK’lıdan şok itiraf, PKK’nın infaz ettiği
lider kadroyu açıkladı
İşte PKK’nın kanlı yüzü
PKK’DA ÖRGÜT İÇİ İNFAZLAR
PKK Terör Örgütünün İç İnfazları Açığa
Çıktı
Kan donduran PKK itirafı
İŞTE PKK’LARIN İNFAZLARI
Kendi mezarını kazdırıyorlar
PKK’dan infaz: 150 militanını kaçarken
öldürdü
İşte PKK’nın Kan Donduran İnfaz Bilançosu
PKK’nın Kan Donduran İnfazları
s.281
PKK'nın kurucu
kadrosunda bulunan Mehmet Şener ve nişanlısı Sakine Cansız PKK liderlerinin
emriyle infaz edilmişlerdir.
PKK’NIN KURUCU KADROSUNDAYDI!
ÖCALAN’LA TERS DÜŞMÜŞTÜ
s.283
10 Kasım 2014’te
Cizre'de PKK tarafından sokak ortasında infaz edilen Abdullah Budak
Sokak ortasındaki o
infazı PKK üstlendi!
s.289
Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar
kuvvet ve besili atlar hazırlayın. Bununla, Allah’ın düşmanı ve sizin
düşmanınızı ve bunların dışında sizin bilmeyip Allah’ın bildiği diğer
(düşmanları) korkutup-caydırasınız… (Enfal Suresi, 60)
s.293
Özel Harekat
birimlerimiz, özellikle Güneydoğu bölgemizde kendilerini göstermeli, Devletin
caydırıcı gücü özellikle bu birimler vesilesiyle hissettirilmelidir. Daha fazla
özel harekat okulu açılması elzemdir.
s.294
Özel harekat, bölgede
sürekli bulunmalı, kalekolların yapımı devam etmelidir. Kalekolların hem sayısı
hem kalitesi artmalı; kalekollar, güvenliğin yanı sıra bölge halkına da katkı
sağlayacak yaşam alanlarına dönüştürülmelidirler.
s.297
İran'ın şiddet, saldırı,
idam gibi uygulamalarını tasvip etmemiz mümkün değildir. Fakat caydırıcılık ve
güç gösterisi bakımından İran örneğinin dikkate alınması önemlidir. PKK ile
mücadele konusunda İran ile ittifak yapıldığı takdirde, PKK'nın büyük bir güç
ve moral kaybına uğrayacağı açıktır. Bu ittifak kısa süre içinde
gerçekleştirilmelidir.
İRAN DEVRİM MUHAFIZLARI
PKK’YA KARŞI TEYAKKUZDA
İran Güvenlik Güçlri
PJAK/KODAR’la Çatıştı
s.299
Koruculuk
sistemi, geçmişten beri PKK'ya en büyük darbeleri vurmuş sistemlerden biridir.
Bu nedenledir ki her ateşkes döneminde PKK'nın ilk şartı bu birimin
kaldırılması olmuştur. İşte bu yüzden koruculuk sistemi mutlaka daha da
güçlendirilmeli, daha fazla korumaya alınmalı, şartları iyileştirilmelidir.
s.300
Geçici Köy Korucuları
Haklarını Koruma ve Yardımlaşma Derneği Başkanı: "Biz
mücadelemizin başında iken, PKK, nerede gölgemizi görse kaçacak delik arıyordu.
PKK diye bir şey yoktu."
s.303
Güneydoğu illerimiz, insanıyla, tarihiyle,
güzelliğiyle bizim için birer nimettirler. Kürt kardeşlerimiz, komünist terör
tehdidi olmadan orada huzur içinde yaşayacaklardır.
Şanlıurfa'dan muhteşem bir manzara.
s.304
Kürtçe konusunda son
dönemdeki atılımlar, özellikle Diyanet'in bastırmış olduğu Kürtçe Kuran meali
çok önemli ve sevindirici gelişmelerdir.
s.311
UNESCO Kültür Mirası kapsamında bulunan
muhteşem Diyarbakır surları ve Hevsel Bahçeleri. Ne komünist teröristler, ne de
Kürtleri bizlerden ayırmaya çalışan derin güçler, bu güzel diyarlarda Kürt
kardeşlerimizle birlikte yaşamamıza engel olamayacaklardır.
s.313
PKK'nın tüm baskılarına
rağmen bunca yıldır Güneydoğu bölgemizde egemenlik kuramamasının en büyük
sebebi Kürt halkımızın dindarlığıdır. Bölgede yeni neslin de dindar
yetiştirilmesi PKK'ya en büyük darbelerden biri olacaktır.
s.315
Diyarbakır'da Ulu Cami'den güzel bir
görüntü.
Sol üstte: Dünya güzeli bir Kürt
çocuğu.
s.317
Güneydoğu'da kadının üstünlüğü, demokrasi,
adalet, sanat, bilim, barış gibi kavramları Kuran ayetleriyle anlatan bir
eğitim sistemine ihtiyaç vardır. Kuran'da tarif edilen gerçek İslam'ın
tanınması, yeni nesil Kürt gençliğinin yetişmesi bakımından önem taşımaktadır.
s.319
PKK ile mücadele
konusunda özellikle Irak Kürt yönetimi lideri Mesud Barzani ile ittifak büyük
önem taşımaktadır.
s.320
Barzani, Duran Kalkan
gibi PKK liderlerinin Kuzey Irak'ta seslerinin çıkmasını ve PKK'nın bölgede
varlık bulmasını engellemek için Irak Kürt Parlamentosu'na çağrı yapmıştır.
s.321
PKK, Irak
Kürt yönetimi için de geçmişten beri tehdittir. O bölgenin de refaha kavuşması,
Iraklı Kürtlerin çocuklarını huzur içinde yetiştirebilmeleri için Türkiye ile
ittifak yapılması şarttır.
s.323
Solda: İran Devrim Muhafızları
Sağda: Kahraman Türk askeri Bordo
Bereliler.
PKK'ya karşı etkili bir caydırıcılık
oluşabilmesi için hem Irak Kürt yönetimi hem de İran ile yapılacak bir ortak
hareket, oldukça olumlu sonuçlar getirecektir.
s.325
Batı, PKK konusunda
kapsamlı şekilde bilgilendirilmelidir. PKK'nın hainlikleri anlatılmalıdır.
Türkiye'den başlayarak kurulacak komünist bir devletin nasıl korkunç sonuçlar
getireceği Batı'ya her fırsatta izah edilmelidir.
s.327
YPG, PKK'nın bir koludur. Batılı devletler
tarafından PKK terör listesindeyken YPG'nin listeye alınmaması ve dolayısıyla
YPG'nin Batı tarafından rahatlıkla destekleniyor oluşu sadece PKK'yı
beslemektedir. Batı, nasıl bir belaya ortaklık ettiğinin henüz farkında
değildir ve mutlaka bilgilendirilmedir.
s.328
PKK'nın ideolojisi, Çin'de kan akıtan
Mao'nun, Rusya'da dehşet saçan Stalin'in, Kamboçya'da kitle katliamları yapan
Pol Pot'un ideolojisiyle aynıdır. PKK, Ortadoğu'da ve ardından tüm dünyada aynı
korkunç sistemi inşa etmeye çalışmaktadır.
s.333
Komünist bir Kürdistan için oluşturulmuş
bu sahte harita asla gerçekleşmeyecektir. Terörün ve komünist zihniyetin tam
anlamıyla son bulması ise yalnızca eğitimle mümkündür.
TÜRKİYE
ERMENİSTAN
İRAN
SÖZDE KÜRDİSTAN
SURİYE
IRAK
s.336
1988
Halepçe Katliamı
s.337
Kürt halkı, yıllar boyunca bölgede onulmaz
acılar çekti. Saddam, Halepçe'de mazlum Kürt halkını kimyasal silahlarla
katlederken, Suriye'de Esad, nüfus kağıdı bile vermediği Kürtlere şiddetli
baskılar uyguluyordu.
s.339
Türkiye,
geçmişten günümüze ülkelerinden kaçmak zorunda kalmış Kürt kardeşlerimize büyük
bir onur ve sevgiyle sahip çıkmıştır.
Solda: 1991 yılında Saddam
zulmünden kaçıp Türkiye'de Çukurca mülteci kampına sığınan bir Kürt çocuğu.
Sağda: Günümüzde Suriye'den kaçıp
Türkiye'ye sığınan Kürt çocuğu.
s.341
Masum Kürt anneleri,
babaları, dünya güzeli Kürt çocukları tarihleri boyunca yüzyüze kaldıkları
baskı ve zorlukların hiçbirini hak etmediler. Bu zor dönemlerde kardeşlerimizin
yaşadıkları zorlukların farkındayız. Fakat devir artık telafi devridir. Kürt kardeşlerimiz
geçmişin öfkesini taşımak yerine, artık kardeşliği isteyenler ile birlikte
hareket etmelidirler.
s.342
Şu
bilinmelidir ki, tertemiz Kürt gençlerimizi, Kürt vatandaşlarımızı komünizme
teslim etmeye hiç niyetimiz yoktur. PKK, asla ve kesinlikle Kürtleri temsil
etmemektedir. Kürt ve PKK ayrımını çok iyi yapmak gerekmektedir.
s.344
PKK'nın temsil ettiği
şey kalleşliktir. Kürt kardeşlerimiz ise onuru, dürüstlüğü ve üstün ahlakı
temsil ederler. PKK kalleşlerini Kürt olarak nitelemek Kürtlüğe hakarettir.
s.347
İslam ahlakıyla yoğurulmuş, sevgi dolu
mazlum Kürt halkı her şartta en mükemmel davranışı hak etmektedir.
s.349
Şanlıurfa'dan güzel bir manzara.
s.353
Güneydoğu'da
yaşayan güzel insanlarımıza hak ettikleri değeri vermek önemlidir. Onların bölgede
rahat ve huzurlu yaşamaları için gereken her imkanı sağlayacak bir politika
yürütülmeli ve bundan taviz verilmemelidir.
s.354
VAN
s.355
AĞRI
ŞANLIURFA
s.356
Saddam
rejiminin zulmünü gösteren bu toplu mezar Kürt kardeşlerimizin yaşadıkları
kabusun sadece bir bölümünü temsil etmektedir.
s.357
Bütün dünyanın sırtını döndüğü bir anda
aralarında Kürtlerin de bulunduğu mülteci kardeşlerimize kapılarını ve
vicdanını açan ülke Türkiye oldu. Kürt kardeşlerimiz sınırda Türk askerinin
şefkati ile karşılandılar.
s.359
Irkçılık, cehaletin de
ötesinde bir ruh hastalığıdır. Dünyadaki tüm insanlar Hz. Adem (as)'ın soyundan
gelir ve İslam dini ırkçılığı kesin olarak lanetlemiştir. Dolayısıyla Kürt
kardeşlerimiz, ülkemizde sayısı pek az olan bir kısım Beyaz Türklerin ırkçılık
politikalarına tevessül etmemelidirler.
s.361
Kürt kardeşlerimizin
üzerindeki, zulmün, baskının, gözyaşının
hakim olduğu günleri geride bırakma zamanıdır. Komünist tehdidi ortadan
kaldırarak gözyaşının olmadığı bir ortamda kardeşçe ve huzur içinde
yaşayacağız.
Diyarbakır Ulu Cami'de
namaz kılan kardeşlerimiz.
s.370
Gerçek Kuran ahlakı, din, dil, ırk, etknik
köken aranmaksızın herkesin huzurlu ve özgür olduğu bir dünya sunar.
Dolayısıyla Ortadoğu için gereken asıl yöntem, Kuran'daki İslam anlayışının
eğitim yoluyla yaygınlaştırılması, hurafelere dayalı sahte din anlayışının ise
tümüyle ortadan kaldırılmasıdır.